Anasayfa / GENEL / ZAMAN’da tamtam sesleri!
zaman-savas

ZAMAN’da tamtam sesleri!

MEDYAGUNDEM.COM- Zaman gazetesi bugün başta genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı olmak üzere resmen “savaş tamtamları”nı çaldı. Ali Bulaç, Ali Ünal ve Ahmet T. Alkan’ın köşesinden “savaş” tam gaz devam etti. Hedefse Ak Parti ve cemaatin bazı kalemlerini eleştiren gazeteciler başta da Sabah gazetesi başyazarı Mehmet Barlas’tı.

Ali Bulaç, “Cemaatların alanı” başlığıyla yayımlanan yazısında “Herhangi bir baskı ve çıkar grubu ya da stk gibi eğer cemaatler de vergi verip oy kullanıyorsa karar süreçleri üzerinde etkili olmak isteyebilirler, bu bir haktır” ifadelerini kullandı.

Ekrem Dumanlı da “Yahu siz bir çekilin aradan” başlıklı yazısında, “Zerre kadar dava çilesi çekmemiş fitne cambazlarının kurduğu çadır tiyatrosuna gerek yok. Şahsi menfaatleri uğruna belli yerlerde mevzi tutmuş kişilerin yol haritası çıkarmasına da gerek yok. Sosyal gerçekliği olan bir kitle ile siyasi gerçekliği olan bir partinin kendine mahsus iletişim yolları vardır daima. Bazı sorunları bahane ederek egolarını tatmin edenler hem sırtını dayadıkları yapıya hem Türkiye’ye zarar veriyor. Üstelik sakil de kaçıyor. O yüzden işgüzar birilerine, ‘Siz çekilin aradan kardeşim; riyakârlığın âlemi yok!’ demek gerekiyor” dedi.

Ali Ünal “Din, cemaatler ve siyaset” başlıklı yazısında, “Cemaatler, tarikatlar, en has ve gevşek dokulu sivil toplum kuruluşları olduğu gibi, varlıklarını Kıyamet’e kadar sürdürecek ve İslâm’ın on dört asırlık tarihinde yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskittikleri gibi, yine yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskiterek varlıklarını devam ettireceklerdir” diye yazdı.

Ahmet Turan Alkan ise “Neyse odur” başlıklı yazısında “Yeri gelmişken ilâve edeyim: ‘Biz bazı arkadaşlara kendimizi iyi anlatamamışız’ gibi bir hüsniniyetle yeni polemikler açılmasını da kendimce pek isâbetli bulmuyorum. Neticede yıllardan beri herkesin gözü önünde ve kamunun denetimi altında çalışıp didinen bir topluluk hakkında bilinmeyen hiçbir şey kalmamıştır” ifadelerini kullandı.

Ali Bulaç, Ekrem Dumanlı, Ali Ünal ve Ahmet Turan Alkan’ın yazıları şöyle:

Ali Bulaç – Cemaatlerin alanı!

Demokrasinin “süreçlerle ilgili krizi” çerçevesinde cemaatler ve siyasi katılım konularını ele alırken zorunlu olarak “cemaat-stk” ilişkisini de ele almak gerekiyor.

Cemaatler dini referansla tarihsel örgütlenme modellerine göre modern ve postmodern kentte var olmaya çalışırlarken, şekil şartları açısından stk’larla benzerlik gösterirler. Bir toplumsal grup veya sosyal etkinliğin “sivil toplum” tanımına girebilmesinin üç şekil şartı var: Hükümet-dışı, gönüllü ve özerk olması.

Stk’ların “din-dışı” olması ağırlıklı olarak Avrupa’nın yaşadığı tarihsel tecrübeye mahsustur. Aynı kültürel mirası paylaşan Amerika’da 20 bin civarında olduğu tahmin edilen sivil kuruluşun tümü “din-dışı” değildir, tam aksine kahir ekseriyeti dini referans ve motivasyonlarla faaliyet göstermektedirler. Dahası kimi kaynaklara göre müntesiplerinin sayısı 70 milyona baliğ olan Evanjelikler sadece “sivil alan”da değil, Amerikan politik ve idari hayatı, ekonomisi, eğitim sistemi, sinema ve medyası üzerinde de belirgin etkiye sahiptirler. Hatta Neoconların geri planda dış politikayı Evanjeliklere göre planladıkları, Reagan’dan Bush’a Amerika’yı yönetenlerin birer Evanjelik oldukları sır değil.

Kıta Avrupası’nın siyasi telakkisine göre teşekkül etmiş muhafazakâr partilerin, ılımlı veya sert laikliği referans alan diğer partiler gibi cemaatleri neden demokratik karar süreçleri dışına çıkarmaya çalıştıkları önemli bir sorudur. Kesinlikle bundan bir cemaatin “yürütmeye ortak” olmasını kastetmiyorum, ama herhangi bir baskı ve çıkar grubu ya da stk gibi eğer cemaatler de vergi verip oy kullanıyorsa karar süreçleri üzerinde etkili olmak isteyebilirler, bu bir haktır.

Burada sorun büyük ölçüde bizde şekillenen siyasetin ve partilerin Avrupa’ya özgü demokraside verili kategorilerden biriyle kendi kimliklerini tanımlamaktan kaynaklanıyor. Özellikle Anglosaksonlardan çok Fransız siyasi geleneğinden etkilenenler bu konuda çok daha radikal tutum alırlar. Bu çerçevede “dine, dini referans alan partilere veya cemaatlere” karşı tutum alışta sol-sosyalist, Marxist, liberal veya milliyetçi partilerle muhafazakâr demokrat partiler arasında mahiyet farkı değil, derece farkı bulunmaktadır. Aydınlanmanın iktidarı “göklerden yere indirip kralda veya halkta topladığı telakki”ye göre, siyasi aktörler “dindar-mütedeyyin” olsalar bile siyasette ve kamusal politikaların tespitinde dini referans almazlar; cemaatleri de karar süreçleri dışında tutmaya çalışırlar.

Teorinin siyasi partilere büyük avantajlar sağladığında hiç kuşku yok. Ne kadar aksi iddia edilirse edilsin, Aydınlanma’nın geleneği içinde partiler siyasi modernleşmenin en etkili enstrümanlarıdır, birinci derecede modern-ulus devlete, ikinci derecede iktidara taşımak istedikleri sınıflara aittirler. Partiler -hele bizde- devlet gibi yukarıdan aşağı doğru örgütlenirler, doktrinleri kabul edilmiş siyasetlerden birine -merkez sağ, merkez sol veya sağ ve solun uçlarına- dayanır ve en önemlisi “lider eksenli”dirler. Merkezi kontrol eden partiler, tabii ki siyaset ve idare aygıtı üzerinden toplumu, bu arada cemaatleri de kontrol etmek isterler. Bu kombinezonda cemaat siyasi talepte bulunduğunda “Sen cemaatsin, orda dur, işine gelmiyorsa parti kur sahaya in” der. Ancak bu sorunu çözmüyor, çünkü ne iktidar toplumun bütününü doğru algılayabiliyor ne aşağıdan-toplumdan gelen sahici taleplerin ifadesine mecra açıyor. Bu demokrasinin temel bir krizidir.

Yeni bir siyasete ihtiyacımız var. İslam dünyası kendi tarihsel tecrübesine uygun şu formül üzerinde mutabakata varabilirse kriz aşılabilir: Topluma ait fonksiyonların tümü topluma bırakılmalı, devlet bu alanlardan elini çekmeli. Osmanlı’da toplumsal fonksiyonları gören yaklaşık 345 bin vakıf vardı. Bunlar gönüllüydü, özerkti ve hükümet dışıydı, ama devlete ve hükümetlere de karşı değildi.

Burada “toplum”dan farklı din ve mezheplerin, cemaat veya seküler stk ve demokratik derneklerin içinde yer aldığı zengin bir sosyal yelpazeyi kastediyorum. Topluma ait fonksiyonları topluma -bu zengin yelpazeyi- bıraktığımızda etnik, mezhep veya azınlık sorunu da büyük ölçüde çözülmüş olur.

Ekrem Dumanlı – Yahu siz çekilin bir aradan!

Çok değil birkaç sene önce, önemli bir siyasî figür gazeteyi ziyaret etti. Daha hoş beş diyemeden Başbakan Tayyip Erdoğan aleyhine verip veriştirmeye başladı.

Söyledikleri tenkit çizgisini aşıyor, yaralayıcı noktalara doğru gidiyordu. Dayanamadım, “Keşke bu kadar ağır konuşmasanız, bu kadar sert ve incitici lafların size de ülkeye de faydası yok.” demek zorunda kaldım. Pek hoşuna gitmemişti; ama ne yaparsın, iş büsbütün çığırından çıkıyordu. Şimdi durum ne mi? O, şimdi AK Parti’nin önemli adamlarından biri oldu. Söylediklerini hem çevresi unuttu, hem kendisi. İyi ki de unuttu; çünkü ne siyasî nezaket o ağır sözleri taşıyabilirdi, ne kardeşlik hukuku…

Son seçimlerden birkaç gün önce mühim bir köşe yazarı ile dertleşiyorduk. O sırada Taraf’ta bir iddia dile getirilmişti: Şayet AK Parti yüzde 50’nin altına düşerse bazı komutanlar darbe davaları için hükümete ağır baskı yapacak, oy oranı yüzde 50 civarında olursa komutanlar istifa edecekti. Nitekim iddia doğru çıktı ve Necdet Paşa dışındaki bütün kuvvet komutanları istifa etti… Kâbus senaryolarını tahayyül ederek, “İnşallah oylar yüzde 50 civarında olur da demokrasiye bir balyoz daha inmez.” dedim. Benimkisi demokrasinin devamına yönelik bir temenni idi sadece. Bizim mahallenin tecrübeli yazarı bu düşünceme şiddetle karşı çıktı. O da verdi veriştirdi Başbakan’a. Ona göre parti 40’larda kalmalıydı ki haddini bilsin. Ağır laflar etti. Bir şey demedim; zira o, AK Parti’ye bizden daha yakındı. Yakın ama uzak. Şimdi el üstünde tutuluyor ve ha bire “cemaat analizi” (!) yaparak diğer dostlarını ötekileştirmeye çalışıyor, yürek dağlıyor, gönül kırıyor…

Sadece siyaset ve medyada mı bu gidişat? Hayır. Birkaç yıl önce bir bürokrat, “Bunların akıbeti Menderes’ten kötü olacak!” diye gürlüyordu. Pervasızlığı ile koridorları çınlatan bu bürokrat, lafın ne manaya geldiğini tabii ki biliyordu. Neyse, zaman değişti, devran başka bir denklemin doğmasına vesile oldu ve o şahıs önemli bir yere getirildi. “Eski ülkücü” diye tercih edilen o kişi, şimdi “cemaat” diye yaftalanıp tasfiye edilen meslektaşlarının koltuğunda oturuyor. Otursun. Takdir onu tercih edenlerin; lakin vaktiyle hiçbir beklentiye girmeden kelle koltukta hizmet edenler de bu kadar rencide edilmesin; zira onların dostluğu konjonktürden değil yürekten…

Dün neredeysek, bugün de oradayız

Örnekleri çoğaltmaya, sözü uzatmaya gerek yok. Hangi birini sayacaksın. Bizzat işittim, mesleğin popüler bir siması, “Bu AKP’lilerden bir cacık olmaz, bunlardan sıtkım sıyrıldı.” diyordu. Adam, tiksinerek bahsettiği partide şimdilerde baş tacı ediliyor. Sayın Başbakan, Kars’taki heykel için “ucube” dediğinde hem Erdoğan’a hem partiye öfke kusan, şimdi mevsimlik tetikçi rolüne soyundu ve ha bire AK Parti’ye yaslanıp cemaate saydırmakla meşgul. Yaşını başını almış adamların bilge kisvesine bürünerek iki kitleyi birbirine düşürmek için hince yazılar yazmasının da samimiyetle, fikrin namusu ile hiçbir ilgisi yok. Kısa bir süre öncesine kadar karanlık odalardan muhafazakâr kitlelere karşı kara operasyon yapanlar şimdi bir taraftan AK Parti’ye güzelleme yapıyor, diğer taraftan da fitne üstüne fitne çıkararak ‘cemaat’i linç etmeye kalkışıyor. İstihbarat(lar)ın elinde melabe olmuş birileri de ‘cemaat’e karşı 28 Şubat gibi bir tasfiye yapıldığını ve bunun devam edeceğini gururla söylüyor… Sonra da bozacılarla şıracılar el ele vererek AK Parti’ye şirin görünüp ‘cemaat’i ötekileştirmeye kalkıyor.

“Eee siz nerdesiniz?” diyorsanız cevabım net: Dün nerdeysek bugün de oradayız. Üzüntülerimize, burukluğumuza rağmen oradayız. Zıt istikametlere gittiğini düşünenler bir metre yol aldığında iki metrelik mesafe kat edildiğini sanır. Oysa yerinde duran, uçurumun derinleşmesini önler. Dün, bütün demokratik gayretlerin en hararetli destekçisiydik; bugün de öyle! Ülke hayrına atılan her adım (kim atarsa atsın) desteği de, alkışı da hak etmektedir. Yanlış gördüğümüz her konuda (ve herkese karşı) fikrimizi dürüstçe söylemeyi hem dostluğumuzun hem de ülke sevdamızın gereği olarak görüyoruz. Bu niyetimizin doğru anlaşılabilmesi için fitne gayretlerinin abartısına ve operasyonuna takılmamak gerekiyor. Her bir iddiaya cevap vermek imkânsız; ama o lafların safi zihinlerde iz bırakmasına göz yummak da bir başka vebal. Fitne ateşinin içinden geçerken bazı insanlar gıybet, yalan ve iftiralar nedeniyle kendi kendilerini helak edebilir. Böyle zor zamanlarda asıl yapılması gereken, nefse karşı mukavemet etmek, hakkı tavsiye etmek ve sabırlı olma yolunu tercih etmektir.

Hükümet ile camia(lar) arasında görüş ayrılıkları olamaz mı? Tabii ki olur. Hatta olmalıdır ki istişarenin bereketi zuhur etsin. Hazret-i Peygamber’in, “Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” sözü, farklı yaklaşımlardan rahmete yol bulma tavsiyesi değil midir? Arada ciddi bir sorun varsa bunun çözüm şekli bellidir; çok eski yıllara dayanan arkadaşlık ve kardeşlik hukuku devreye girer, ihtilaftan rahmet devşirilir. Zerre kadar dava çilesi çekmemiş fitne cambazlarının kurduğu çadır tiyatrosuna gerek yok. Şahsi menfaatleri uğruna belli yerlerde mevzi tutmuş kişilerin yol haritası çıkarmasına da gerek yok. Sosyal gerçekliği olan bir kitle ile siyasi gerçekliği olan bir partinin kendine mahsus iletişim yolları vardır daima. Bazı sorunları bahane ederek egolarını tatmin edenler hem sırtını dayadıkları yapıya hem Türkiye’ye zarar veriyor. Üstelik sakil de kaçıyor. O yüzden işgüzar birilerine, “Siz çekilin aradan kardeşim; riyakârlığın âlemi yok!” demek gerekiyor.

Panorama

Birisi Hocaefendi için durduk yerde “Soros” dedi. Ya da röportajı yapan Rus öyle demiş o da tasdik etmiş. Aynı kapıya çıkar. Reha Muhtar sağ olsun. Rus röportajcının (!) ne mal olduğunu gözler önüne serdi ve neden mülakatı yarıda kestiğini anlattı. Muhtar’ı okuyunca Rus gazetecinin gazetecilik dışı faaliyetler içinde olduğunu ve mülakat yaptığı kişilerin ağzından istediği lafı nasıl kopardığını net bir şekilde anlamış olduk. Sayın Başyazar Bey bu gerçeği gördüyse problem yok. Değilse kariyerinde kocaman bir gedik açılmış oldu…

İstihbarat adına devremülk köşe yazarlığı yapan birileri, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un cezasını da cemaate fatura edebildi ya; helal olsun. Güya Başbuğ, AK Parti’nin kapatılmaması için Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt ile çok çalışmış. Halbuki Paksüt, AK Parti’nin kapatılması yönünde oy vermişti. Trajikomik bir iddia. Nitekim AK Parti milletvekili ve eski gazeteci Şamil Tayyar, parti kapatma davasında Başbuğ’un rolünü açık açık anlattı, konjonktürel partizanlar boşluğa yuvarlandı…

Eleştiriler haklı; referandumdaki en hararetli konu olan yargıdaki değişim yerle bir ediliyor. Ya o gün söylenenler doğruydu ya da bugün. Yargıtay, Danıştay ve HSYK’nın yapısı referandumda değiştirilirken Venedik kriterleri ileri sürülmüş, halk da yüzde 58 destek vererek anayasa değişikliği yapmıştı. Şimdiki taslak yargıyı tepeden tırnağa siyasallaştırıyor. Değişiklik kabul edilirse hâkim ve savcıların oy kullanmasının önemi kalmıyor, buralara partiler aday belirliyor. Referandum’da ‘hayır’ cephesinde yer alan CHP, MHP, YARSAV ve boykotçu BDP buna çoktan razı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in referandum öncesi saatler süren renkli sunumu ve halkın desteği demek ki boşluğa düşüyor.

AK Partili olduğunu iddia ve genç olduklarını beyan eden bazı sanal kişiler Zaman ve camia aleyhine internette kampanya düzenliyor. Bu arkadaşlar Türkiye sevdasını ya anlamamışlar yahut maskeli iletişim sayesinde birileri onların adını kullanıyor. Üstelik bu saldırgan tavırlarıyla büyük bir camiayı kendilerine karşı tepkili hale getiriyorlar. Herkes hata yapabilir; ama hataların en büyüğü duygudaşlık yaptığın kişileri gücendirmektir. Bir gün kalkar sorarlar: Ülke menfaati için PKK’yla bile uzlaşma zemini ararken kardeşlerinizi niye sürekli rencide ediyorsunuz!

Çok komik bir iddia deyip geçeceğim ama onlarca keredir yazıp söylüyorlar. Güya cemaat içinde anket yapmışlar da büyük bir çoğunluk “Kim ne derse desin oyum AK Parti’ye…” demiş. Bunu uyduranların niyeti önde görünenleri itibarsızlaştırmak olmasa gülüp geçmek lazım. Bu tür uyduruk operasyonlar kitleyi kenetler, anketçilerin ağır bir tokat yemesine sebebiyet verir. Hiç gerek yok böyle palavralara. Hem hiç endişe etmeyin, zamanla sular durulur, gerçek dostlar dönemsel şövalyelerden ayrışır…

Ali Ünal – Din, cemaatler ve siyaset

Cemaatler ve siyaset konusu, özellikle son yıllarda Türkiye’nin gündeminden düşmüyor.

Bazıları, cemaatlerin sivil toplum kuruluşları olmadıklarını iddia ediyor; bazıları, cemaatleri siyasete fazla müdahil olmakla suçluyor; bazıları, cemaatler siyasetle ilgilenemez hükmü veriyor. Böylesi yargılamalarda cemaat denirken kastedilen, daha ziyade dinî/İslâmî cemaatler. Öyleyse meseleye cemaatlerin temeli olan Din açısından baktığımızda karşımıza çıkan gerçek şudur:

Kur’ân-ı Kerim’in Hz. Rasûl’ün (s.a.s.) misyonunu anlatan bir âyeti, Din’in de aslî temellerini ortaya koyar: “Size, kendi içinizde, bizzat kendinizden bir rasûl gönderdik: size (kendisine vahyettiğimiz, ayrıca iç dünyanızdaki, kâinattaki, eşya ve hadiselerdeki) âyetlerimizi okuyor, anlatıyor; sizi arındırıyor; size Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediğiniz (fakat bilmeniz gereken) ne varsa hepsini öğretiyor.” (Bakara Sûresi/2: 151) Bu tarif içinde Din’in temelinde Kelâm’ın ve Kudret’in vahyini, yani İlâhî Kitab’ı, insanı, kâinatı ve hadiseleri okuma ve anlatma; insanların zihinlerini yanlış bilgi ve kabullerden, kalblerini günahlardan temizleme ve insanlara Kitab’ı, hikmeti ve dünya ve bilhassa Âhiret saadeti adına bilmediklerini öğretme yatar. Tarihte bu temel misyonla gönderilen rasûller tebliğlerini yapmış ve ortaya üç netice çıkmıştır: Bazı rasûllere çok az insan iman etmiş, bir hicret imkânı da ortaya çıkmamış ve Cenab-ı Allah (c.c.), bu rasûlleri ve mü’minleri kurtararak, diğerlerini helâk etmiştir. Bazı rasûller, fert ve toplum temelinde içeriden bir ıslahat gerçekleştirmişlerdir. Bazı rasûller için hicret yolu açılmış ve onlar misyonlarına başka diyarlarda devam etmiş, bunlardan bazıları, ilk yurtlarını daha sonra muzaffer olarak Din’e dahil kılmışlardır.

Görülüyor ki, siyaset ve siyasî iktidar, Din’in temelinde mutlak bir kaide olarak yoktur. Siyasî iktidar, ancak halkın kabulü ile olur; Medineli Ensâr, Peygamber Efendimiz’i (s.a.s.) liderleri olarak kabul etmemiş olsalardı, Peygamber Efendimiz’in bir Medine dönemi olmayacaktı. Siyasî iktidara yürümeyen rasûller, vazifelerini yine tam olarak yapmışlardır. Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) gibi aynı zamanda halife ve melik olan rasûller, bu vazife de kendilerine verilmeseydi yine rasûldüler. Din adına bu temel kaide sebebiyledir ki, İslâm tarihinde Hz. Ali efendimiz’den (r.a.) sonra Peygamberî hilâfet hilâfetin saltanatına dönüşünce Müslüman taban, ilim ve maneviyat etrafında kümelendi ve ortaya bir yandan bütün ihtişamlarıyla dinî ilimler, kevnî ilimler ve tasavvuf, diğer yandan, Müslüman tabanın kendisini cemaatler, tarikatlar olarak ifade etme vâkıası çıktı. Âlimler ve mürşidler, siyasetle aralarına belli bir mesafe koydular ve siyaseti nasihatlarıyla ve halk tabanı arkalarında olarak meşrû çizgiye yöneltmeye, meşrû çizgide tutmaya çalıştılar. Din’in sözü edilen temelleri etrafında bütün toplumu kucaklamaya çalışan cemaatlerin, tarikatların mensupları içinde elbette yönetim kademelerinde, hayatın bütün ünitelerinde yer alanlar da oldu ve her zaman da olacaktır. Dolayısıyla, İslâm’ın bugünlere gelmesinde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde varlığını ve hayatiyetini korumasında asıl misyonu cemaatler, tarikatlar gördü. Bu, Din’in öz mahiyetinin sonucudur. O bakımdan, cemaatler, tarikatlar, en has ve gevşek dokulu sivil toplum kuruluşları olduğu gibi, varlıklarını Kıyamet’e kadar sürdürecek ve İslâm’ın on dört asırlık tarihinde yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskittikleri gibi, yine yüzlerce iktidarı ve siyasî partileri eskiterek varlıklarını devam ettireceklerdir.

Ahmet T. Alkan – Neyse odur!

Her devirde muktedirlere yakın durmakla mâruf bir şahıs, son günlerde mâhiyet ve sebebine pek akıl ermemekle birlikte Hizmet hareketine dahle yönelik ilginç şeyler söylemeye başladı.

Müstakil’ül efkâr bir yerde durarak samimi görüşünü belirtmiş olsa şüphesiz daha fazla ciddiyeti hak ederdi; böyle yapmıyor, yine muktedirlerin sâyesi altında bulunduğu yerden kendince hoşluklar sergiliyor; fıkralar, nükteler naklederek zaman zaman vecde gelip sosyolojik fetvâlar veriyor.

Şahsen ma’zurdur. Gerek gölgeliğinde serinlediği mercîin görüşlerini naklediyor olsun veya tam aksine kendi içtihadını seslendirsin, önemli sayılmaz. Bu noktada esef etmek gereken hâl bu manidar taarruzun teşkil ettiği kombinasyondur. Bizim orada büyüklerimiz derlerdi ki, “Yahşi yiğit yâreninden belli olur!” ve ardından hemen ilâve ederlerdi; “Aman oğlum, arkadaşlarını, ahbâbını, yârenini iyi tanı ve öyle seç. İnsan ailesini seçemez fakat ortağından, ahbâbından, yolda beraber yürüdüğü insanlardan sorumludur. ‘Ben iyiyim, arkadaşlarım fenâ’ diye bir mâzeret yoktur. Bir insan hakkında kanaat edinmek için evvelâ yârenine bakarlar!”

Son günlerde basında hükûmet umûrunu savunmak sadedinde “sâye”ye girip “Tekmil batarya”, pardon “iki top birden” yaylım ateşi açanlara baktıkça hikmet-i hükûmet nâmına efkârlanıyor, endişeleniyorum; “Vah” diyorum, “Yârenleriniz bunlar mıdır?” ve aklıma o meşhur beyit geliyor.

Şehzade Mustafa’nın katli üzerine şair Necâtî’nin yazdığı mersiyedendir o beyit:

“Yanunca bunca kulundan bir âdemin bile yok;

Begüm bu nice seferdir kim, ihtiyâr ettin?”

Bu mevzuya denk düşen fıkra, tarihi nükte kıyâmet gibi ve ardı ardına sıralamak da pekâlâ mümkün fakat bunda bir mârifet görmüyorum. Kem söz sahibinin olsun. Söyleyenin değil söyletenin gönül incittiği bir yerde, elçilerin zevâli olmaz.

Yeri gelmişken ilâve edeyim: “Biz bazı arkadaşlara kendimizi iyi anlatamamışız” gibi bir hüsniniyetle yeni polemikler açılmasını da kendimce pek isâbetli bulmuyorum. Neticede yıllardan beri herkesin gözü önünde ve kamunun denetimi altında çalışıp didinen bir topluluk hakkında bilinmeyen hiçbir şey kalmamıştır. Belki tek eksik şu: “Bu insanlar nasıl bu kadar iyi olabilir, ucunda hiçbir ikbâl, maddi bir çıkar veya beklenti görünmediği âşikâr iken nasıl olur da bunca insan, hakikaten sıradan akla sığmayan derecede feragat göstererek temiz kalabilir?” düşüncesini izâle etmek o kadar kolay olmuyor. Çünkü “Açık sır” türünden olgular şaşırtıcıdır ve kolay kabullenilmiyor; hatta kendinizi anlatmak için bezlettiğiniz nezâket ve iyiniyetin, zaaf gibi de algılanması da cabası.

“Niçin bu kadar iyisiniz?” vehmi, ardına şu kemirici suali de sürüklüyor, “İnanmam, mutlaka peçeli bir niyetiniz, gizli bir hesabınız daha olmalı; nedir o?”

Vakti zamanın muktedir paşalarından biri, konağında verdiği iftara, devrin seküler zihinli ünlülerinden birini de davet etmiş. Yemekler yenilip şerbetler içildikten ve üstüne tatlı ile vernik çekildikten sonra davet sahibi, “Afiyet olsun efendim, buyrun şimdi de akşam namazını edâ edelim” deyince bizim seküler arkadaş hemen cebinden davetiyeyi çıkarıp yeniden inceledikten sonra itiraz etmiş,

-Velinimet, davetiyede iftardan bahsediliyor ama namaza dair bir kayıt yok; beni ma’zur görün!

Bu kıssasın hissesi de şu kısaca: Hablullah’tan başka istinatgâh yoktur; neyse odur!

MEDYAGUNDEM

ekremd2

Ekrem itini göz göre göre kaçırtmışlar!

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın firari Ekrem Dumanlı’nın da arasında bulunduğu 13 şüpheliyi takip etmesi için İstanbul …

kemal

KK FETÖ’nün kuryesi mi?

Siyasiler bayramı memleketlerinde geçiriyor. O siyasilerden biri de eski TBMM Meclisi Başkanı ve AK Parti …

ekrem2

O masada CHP ile FETÖ arasında bir kurye var!

Siyasiler bayramı memleketlerinde geçiriyor. O siyasilerden biri de eski TBMM Meclisi Başkanı ve AK Parti …

3 Yorumlar

  1. Tam tamı yamyamlar kaçar. Eğer başlıktan kastınız bu ise yazıklar olsun. Eğer bu değilse o zaman yetersizliğiniz sponsorlarınız tarafından tekrar gözden geçirilmeli. Tehlikeli sularda yüzüpyorsunuz. Gayretullah’a dokunursa burnunuz sürtebilir.

  2. başlığınız çok saçma olmuş.

  3. Ya siz odatv den aliyosunuz mansetleri yada yazilari.yada onlar sizden dark goremiyorum neden acaba bi bag var gibi ne dersiniz…

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir