Yılmaz Erdoğan bunları daha evvel söyleyebilir miydi?
Bu ülkede mahalle baskısının kralı Müslümanlara yapılıyor dedi diye Prof. Dr. Nur Vergin’e yapmadıklarını bırakmadılar.
O kadar ki, Ertuğrul Özkök’ün elinden gelse “istenmeyen kadın” ilan edip sınır dışı edecekti.
Reha Muhtar da ondan aşağı kalmamış, bel altı vurmaya başlamıştı.
Nur Vergin babasından kalan değerli araziye inşaat ruhsatı alabilmek için “AKP”ye şirin görünmeye çalışıyor demişti. (03. 01. 2008, Vatan)
Nur Hanım şöyle demişti: “Yıllar önce yeni bir eve geçmiştim ve içimden Kuran okutmak geldi. Anneme, ‘Bir hoca çağırıp okutsak’ dedim. ‘Ya iyi olur’ dedi. Fakat sonra ‘Komşular ne der’ diye düşündüm. Bir hafta sonra aynı apartmanda bir Musevi ayini yapıldı ve hiçbir şey olmadı. Demek ki belirli yerlerde Müslüman Türkler üzerinde yasal olmamakla beraber böyle bir baskı vardı…”
Hoca bir algıyı dile getirmişti.
Bu herkese malum sır mesabesinde algının dillendirilmesi, Ertuğrul Beyciğim ve hempalarını zıvanadan çıkarmaya yetmişti.
Çünkü (dindarlara karşı) tedavüle sokulan “mahalle baskısı” heyulasını tarumar etmişti.
Aynı hakikati “muhafazakâr” bir aydın dile getirseydi bu denli etkili olmayacağı muhakkaktı.
Nur Vergin (kendisinin ifadesiyle) “laik yaşam tarzını”, hatta “laik düşünce tarzını” benimsemiş önemli bir bilim kadınıydı.
Üstelik Ertuğrul Beyciğim gibi sonradan görmeler ülkesinin firarisi değildi. Son derece seçkin ve kentli bir çevreye mensuptu.
Hulasa, müthiş bir “dalgakıran” olmuştu.
Şükür ki şükür, politik arenada, “mahalle baskısı” misali 28 Şubat artıklarından eser yok şimdi.
Lakin tiyatro ve sinemada alabildiğine devam ediyor.
Yılmaz Erdoğan geçenlerde “Bizde günde beş kez ezan okunur ama filmlerde ezana yer verilmez” dedi.
Osman F. Seden’in de filmleri olmasa, ezana yer verilen her filme “dini film” diyebilirlerdi.
Bilmem kaç sezon sürdüğü halde, “Bizimkiler” adlı dizide ezan okunduğunu siz hiç duydunuz mu yahu?
Nedir bu?
Güya mahalle dizisi; davul zurna her şey var, bir ezan yok.
Yanlış anlaşılmasın; mesele ezan değil. Muhteva ezanın mana iklimine aykırı olduktan sonra 5 vakit ezan duyulsa ne olur, duyulmasa ne olur.
Burada bir zihniyetten, bir kafa yapısından bahsediyoruz.
Yılmaz Erdoğan bu hali şöyle hulasa etmeye çalışmış: “Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, ‘Aziz Allah’ dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan. Bir yabancı buraya geldiğinde mutlaka bir İstanbul sabahı uyanıp ezanı çeker. Sen de Batıcı kafalı biri isen ‘bunlar da bizi böyle gösteriyor’ dersin. Yerelliğin bir numaralı şeyi din. Gelişim olarak materyalist bir kampın ağırlığı söz konusu. Buradaki materyalizmin bizdeki karşılığı laikliktir. Bu iş din eşittir yobazlık denklemine kadar gitti. Hepimize yansıyan din deyince gözümüzün önüne Cumhuriyet dönemi filmlerindeki deli, kötü kişiler geldi…”
Evet, aynen budur.
Şeytanla dost olunca aydın, ilerici, çağdaş; Allah’la dost olunca dinci, gerici, yobaz oluyordun.
Böyleydi.
Şeytanla değil Allah’la arana mesafe koyman marifetti.
Sanatçı buydu, sanat buydu.
“Hepimize yansıyan din deyince gözümüzün önüne Cumhuriyet dönemi filmlerindeki deli, kötü kişiler geldi” diyor ya, yerden göğe kadar haklı.
Her şeyden evvel, kendisinin yönettiği “Vizontele”de, çocuklara “elifba” öğreten o kekeme, o ceberut ve o lanet “hoca” tiplemesi bunun en çarpıcı misallerinden biriydi.
Yılmaz Erdoğan’ın bu hakikati görmesi ne güzel.
Biraz geç oldu ama olsun.
Zaten daha erken görseydi, Ertuğrul Beyciğim ve avanesinden o iltifatları asla ve kat’a göremezdi.
Dahası piyasadan silmeye çalışırlardı.
Hiçbir şey yapmasalar, Nur Vergin’e reva gördükleri psikolojik harbin benzerini uygularlardı.
SALİH TUNA/YENİ ŞAFAK