Paralel örgüt medyasının düşünemeyen, üretemeyen bir yeteneksizler olarak tarifini Yeni Şafak gazetesi yazarı Ömer Lekesiz öyle bir yaptı ki… Haşhaşilere “Türköne’nin atsinekleri” dedi.
Peki niye dedi?
İşte yazısında:
PARALELCİ ZAMANE YAZARLARI DÜŞÜNMEYİ ÖĞRENEMEDİLER
Paralelci zamane yazarları kafa-göz yardırmayı öğrendiler ama düşünmeyi öğrenemediler.
‘Belge düşkünü’ oldukları için vargımı belgelendireyim:
Paralelci zamane yazarları 17 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışmasından beri Mümtaz’er Türköne’nin durumları isimlendirme (yani bir tanıma kavuşturma) çabasından besleniyorlar.
Türköne ‘Sykes-Picot’nun bekçiliği’ mi dedi, hemen buna sarılıp Irak, Suriye, Filistin politikaları konusunda, ilgili olaylar sanki son bir ayda ortaya çıkmış gibi iktidarın yetersizlikleri üstüne ağıt yakmak için sıraya giriyorlar.
‘Kutuplaştırma’ mı dedi Türköne, bunun üzerinden fişlenme, cadı avı senaryoları üretiyorlar.
‘Parti müftüsü’ mü dedi, yazı başlığı olarak kullanmak için kuyruk oluşturuyorlar.
Çünkü dertleri düşünmek değil, ‘ya hiç ya hiç’ inadıyla kavga etmek.
MECZUBUN BEDDUASI BUZDOLABINDA UNUTULMUŞ NANE DESTESi GiBi KARARDI
Oy oranlarının ‘oran’ kelimesiyle ifade etmeye bile değmediği, yurt dışı tesisler efsanesinin bir balon gibi söndüğü, meczubun maharetlerinin (bedduası dahil) buz dolabında unutulmuş nane destesi gibi karardığı bir zamana erişeceklerini akletmemişlerdi belli ki.
Din dilini kullanarak yeltendikleri sömürü de itibar görmeyince, dünün çiçek-böcek romantikleri girdikleri kavgada en azından kafa-göz yardırmayı öğrendiler ama düşünmeyi hala öğrenemediler.
Türköne de zaten kara günlerdeki kurtarıcı olarak orada bulundurulmuyor muydu? Helal olsun, görevini gereğince yapıverdi işte.
Görevini yaptı yapmasına da o bir tanımlama yapmadan, istikamet belirtmeden konuşamaz oldu bizim ağır yaralı çiçek-böcek romantikleri.
TÜRKÖNE’NİN YAZILARINI BAL ÇANAĞI SANIP ATSİNEĞİ GİBİ ÜŞÜŞÜYORLAR
Belki diyordum, belki bunca kafa-göz yardırmadan sonra birazcık olsun düşünmeye başlayabilmişlerdir. Ama nerde? Türköne’nin ilgili yazılarını bal çanağı sanıp, atsineği gibi ona üşüşmekten başka yapabildikleri hiçbir şey yok.
Bir münazarada, bir cedelde muhatabının eksiğini doğru belirlemenin yolu önce kendi eksiğini doğru belirlemekten geçer.
Örneğin, kimin aklına uyduk da Gezi’yi tertipleyenlerden olduk; kimin yellemesiyle kalkıştık 17 Aralık seçim ayarlı darbe kalkışmasına; hangi öneriye kanıp da kendi liderimizi kendi ellerimizle sosyal medya eğlencesine dönüştürdük… diye sorabilmeliydiler.
‘Sorabilmeliydiler’ diyorum ama soramazlardı zaten. Düşünmeden muaf bir topluluk olarak daha başta içinden geldikleri çiçek-böcek romantizminin kendisini sorgulamayı akletmediklerine göre bunları sormayı zaten düşünemezlerdi.
Geriye ne kaldı? Al eline kalemi, seç Türköne’den kelimeyi, hiçleşmenin neden olduğu çirkin diline aktar onu ve vızılda vızıldayabildiğin kadar.
SADECE ŞİRRETLEŞİYORLAR
Vızıldarsan ne olur? Vızıldamış olursun. Tanım üretemezsin, isimlendirme yapamazsın, olguyu göremezsin, olayı çözümleyemezsin, şirretleşirsin sadece şirretleşirsin.
Kabiliyet(sizlik)leri zorunlu kıldığı için bunu da örneklendirmeliyim:
Paralel zamanenin zünnar bağlamış mollalarından biri Türköne’den aşırdığı kelimelerle adlandırdığı son yazısını şu cümlelerle başlatıyor:
‘Bu hafta Filistin-Gazze meselesini ve Başbakan’ın, AKP iktidarının bu meseledeki samimiyetsizliğini yazmak istiyordum. Fakat AKP müftülerinin ayyuka çıkan cehaletleri ve Din’i, Kur’ân’ı keyiflerine göre yorumlayıp çarpıtmaları, konunun değişmesine sebep oldu.’
Bağlaçlar dahil toplam otuz bir kelimeden oluşan yukarıdaki iki cümlenin omurgasını temsil eden üç kelime var: ‘Samimiyetsizlik, cehalet, çarpıtma.’
Cedel dilinde buna ‘yargısı sabit saplantılı dil’ denir ve bu dil cedele kalkışanın telafisi mümkün olmayan yetersizliğine yorumlanır.
Çünkü burada bir fikre girme, ileride yapılacak bir beyanın temelini atma yoktur. Aksine peşin peşin bir yargı ve saplantı haline getirilmiş bir durum vardır.
Yargısı malum: ‘Samimiyetsizler, cahiller, çarpıtıcılar.’ Saplantısının tercümesi ise şöyledir: ‘Düşünmekten muaf tutulmuş biri olduğum için ben ancak bildiğim şeyle yazıyorum: Saldırmak!’
Dil seviyesindeki düşüşten bahseden Ali Bulaç’ın (Ali Abinin) kulakları çınlasın ama ne yazık ki malum malzeme bundan ibaret!
Yargıyla başlamış ve saplantıyla sabitlenmiş bir yazıda, bundan sonra ne söylersen söyle, söylememiş sayılırsın.
TÜRKÖNE’NİN ATSİNEKLERİ
Kuran’ı ve peygamberleri zikrettiğin bir yazıyı bu çirkinlikle başlatırsan, o ağzınla kuş tutsan sana kimse itibar etmez. Çünkü Kur’an ve peygamber kelimeleri çirkin dille bağdaşmaz ve seni ilk otuz bir kelimenle zelil etmeye yeter.
‘Türköne’nin atsinekleri’ dedim ya, bununla Türköne’yi ve neden olduğu sonuçları da olumlamadığım bilakis onun olumsuzluğunu neden doğruladığım yeterince anlaşılmıştır sanıyorum.
Türköne de bunu anlayıp, yazılarını kifayetsiz muhterislere bal çanağı gibi sunmaktan vaz geçse n’ola.
Baksanıza atsineklerinden başkaları üşüşmüyorlar oraya.