ne yapıyor; kendi gözlerimle görmedikçe bilmiyorum. Evde kapalıyız.
Valikonağı caddesine yukarıdan, kuş bakışı bakıyoruz. Valikonağı’nın,
Nişantaşı kavşağından başlayarak aşağıya, Ihlamur inişine doğru uzanan
yaklaşık 200 metrelik kesimi ve yan sokakları üzerinde, saat kabaca
17-20 arasındaki bütün olaylar gözümüzün önünde, ayaklarımızın altında
cereyan etti. Ben sadece iki üç saat boyunca burada gördüklerimi
yazıyorum.Öğleden sonra 16 sularından itibaren, aşağıdan, Ihlamur ve/ya
Teşvikiye tarafından gelen eylemciler, yan sokaklardan çıkarak hemen
altımızda, Valikonağı üzerinde toplanmaya başladı. Polis ise tam
Nişantaşı kavşağında barikat kurmuş bekliyordu. Bu arada, Teşvikiye
caddesi üzerinde, Teşvikiye Camii tarafından gelen kalabalık
protestocu grupları, polis grubunun önünden sloganlar atarak geçtiler
ve hiçbir müdahale olmadı; herhalde Osmanbey’e çıkıp ya Taksim yönüne
yürümüş, ya da sağa dönüp ara sokaklardan geçerek gene Valikonağı’nın
alt tarafına gelmiş ve bizim önümüzdeki kalabalığa katılmış olmalılar.
Her halükârda, saat 17 dolayında belirgin bir kalabalıklaşma oldu;
Teşvikiye yönünün arka sokaklarından, yüzlerce insan gelmeye başladı.
20’lerinde, en fazla 25 yaşlarındaydılar. Büyük çoğunluğu sarı-beyaz
baretli ve beyaz kumaş “hastane tipi” gaz maskeli, en önde giden 20-25
kişi de ciddi, hi-tech gaz maskeliydi. Bazılarının beraberinde, ilk
başta ne olduğunu anlamadığımız, ama daha sonra içinden gaz
fişeklerini söndürmeye yarayan su bidonları çıkacak olan çuval veya
torbalar vardı. Başka hemen hiçbir örgüt bayrağı veya flaması yokken,
bir tek SODAP (Sosyalist Dayanışma Platformu) bayrakları ve SODAP
yelekli (sonradan “sapancı” olduğunu anlayacağımız, nitekim
kendilerine öyle hitap edilen) kişiler — ve tabii bir de tek tük Türk
ve/ya Atatürk bayrakları göze çarpıyordu. Önde giden o 20-25, belki
30-40 kişinin bütün davranışları ve beden dilinden, belirli bir
“liderlik” konumunda oldukları belliydi. Daha arkadan gelen asıl büyük
kitle ise, daha genç, daha az özgüvenli, isterseniz daha az “kabadayı”
deyin, daha sıradan bir 20-25 yaş üniversite gençliği kitlesinden
oluşuyordu.
Geldiler, biriktiler, sıklaştılar ve Nişantaşı dörtyol ağzına kadar
yürüyüp, oradaki polis barikatının dibine kadar girdiler. Belki 2000
kadardılar. “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sözleriyle, 15
Haziran sabahı saat 10 açıklamasından sloganlar atıyorlardı. Polisle
burun buruna geldiler; bulunduğumuz yerden, en ön safta, polisle göğüs
göğüse temas halinde olanlar arasında ne olduğunu göremiyordum. Derken
polis biber gazı atmaya başladı. Belki 7-8 el attılar (öyle yüzlerce,
binlerce filan değil; üç saatlik bütün “çatışma” boyunca, hep saydım;
toplam belki 10-15 sefer olmak üzere, her seferinde polisin 10’dan
fazla fişek sıktığını görmedim). Bu ilk 7-8 fişeklik salvo üzerine,
bütün o, en fazla 2000 kişi diye tahmin ettiğim kalabalık 100-150
metre geriye kaçıştı ve yan sokaklara girdi. Böylece Valikonağı
caddesinin Nişantaşı barikatının önündeki 100 metre kadarlık kesimi
boşalmış oldu.
Asıl bundan sonra, olayların ilginç bölümü başladı. Büyük kitle,
kaçıştığı yan sokaklardan bir daha çıkmadı ve oradaydıysa bile,
görünmez oldu. Görünen, başından beri 25-30 gibi tahmin ettiğim;
tavırları, jestleri ve kumanda edici beden dillerinden “liderlik” diye
tarif ettiğim kesimdi. Yan sokak ağızlarına girdiler ve köşelerden
bakıp, ilk başta 75-100 metre mesafeden, polisi kollamaya koyuldular.
Zaman zaman çıkıp taş atıyor ve sonra geri kaçıyor; polisin zaman
zaman attığı gaz fişeklerini ya tutup geri atıyor, ya da su
bidonlarına atıp üstünü bezlerle kapatarak söndürüyorlardı. Bir süre
sonra, Nişantaşı kavşağına bakan istikamette yolun sol tarafındaki
ikinci sokaktan, bir grup büyük inşaat demirleri ve kalaslarla gelmeye
başladı. Herhalde bunları, o sokaktaki bildiğimiz bir inşaattan
almışlardı. Bunlarla, herhalde polis hattına yakın bir noktada (nasıl
olacaktıysa) bir barikat kurmaya niyetliymişler gibi, caddeden dümdüz
Nişantaşı kavşağına doğru yürümeye başladılar; 40-50 metre kala polis
tekrar 2-3 gaz fişeği attı ve kalaslarla demirleri oracıkta bırakıp
geri kaçıştılar.
Bir sonraki aşamada, bu sefer cadde üzerindeki bir başka inşaat
alanını kapatan metal levhaları söktüler ve bunları kalkan gibi
kullanarak adım adım polise doğru ilerlemeyi denediler. 5-10 metre
ilerlerken ikide bir geriye dönüp “sapancılar gelsin, sapancılar
buraya” diye bağırıyorlardı. Nitekim arkadan SODAP yelekli birkaç
“sapancı” geldi ve sapanlarıyla polise, yelek ceplerinden
çıkardıkları, bilye olduğunu sandığımız küçük objeleri atmaya
koyuldular. Polis tekrar 2-3 fişek attı ve geri kaçtılar; bir daha da
ilerlemeyi denemediler. Buna karşılık, Nişantaşı kavşağına doğru
solda, sondan ikinci (Atlas Kasabının olduğu, neredeyse Nişantaşı
Marketin karşısına düşen) sokaktan, tekrar kalaslar, inşaat demirleri,
nereden söktükleri belli olmayan suntalar ve büyük bir plastik çöp
konteynırıyla gelip, derme çatma bir barikat kurmaya giriştiler. Nasıl
kuracaklarını bile bilmiyorlardı ve neye yarayacağı da hiç belli
değildi ama, gene de yanyana yığıp en fazla 70-75 santim yüksekliğinde
gevşek bir yığın oluşturuyorlardı işte. Bir de, yanlarında
getirdikleri büyük bir zincir vardı; bunu da barikatın önünde, yolun
iki tarafındaki iki direğe bağladılar. Arkaya doğru iki saf halinde
dizilip, elden ele kaldırım onarımı için getirilmiş taşları da
geçirerek barikata rastgele yığıyorlardı.
Bu derme çatma siperin ardında durmuş, hep aynı 5-6 kişilik, baretli
ve gaz maskeli grup, sapanlarıyla bilye atmaya ve aynı zamanda,
“hepiniz orospu çocuğusunuz” ve “gelin de hepinizin a…’nı s…lim”
gibi şeyler bağırmaya başladılar. Zaten bu noktada cinsel küfürlerden
başka slogan kalmamış gibiydi. Dahası, hep aynı 25-20 kişilik “lider”
veya “militan” grubunun mensupları, zaman zaman cadde üzerinde polise
doğru yürüyerek kollarını açıyor, “gel, gel” diye bağırırken elleriyle
de aynı şekilde “gel, gel” işareti yapıyor, ya da daha müstehcen
el-kol hareketlerine başvuruyordu. Bu “lider” veya “kabadayı” kesimden
birinin, polise doğru bütün bedenini kullanarak “kanırtma” veya
“geçirme” diye tarif edilebilecek hareketler yaptığını; bir
başkasının, inşaat demirlerinden birini yerden alıp kasıklarının
arasına sokarak diyagonal vaziyette tutup, demirden dev bir penisi
varmış gibi gene polislere doğru yürüdüğünü gördüm. Fenerbahçe forması
giymiş bir başkası ise cadde ortasında ancak “Fatih Ürek tipi” diye
tarif edebileceğim bir göbek dansı benzeri hareketler yapıyordu. Aynı
sıralarda, yan sokaklatrdan birinin ağzında ateş de yaktılar; civardan
söktükleri, topladıkları ne varsa üstüste yığıp tutuşturdular; cadde
üstünde bir ateş daha yakıp, bunlarla herhalde bir yangın havası
yaratmak istediler. Hemen her şey, polisi kızdırıp saldırtmak üzerine
kuruluydu.
Bunlar belki 10-15 dakika devam ederken, Nişantaşı kavşağına doğru
solda birinci sokaktan, besbelli Kedi Parkı’ndan sökülmüş olan banklar
taşınmaya başladı. Bazı bankları, beton temel ve ayaklarıyla birlikte
sökmüş ve o vaziyette, grup grup taşıyarak getiriyorlardı. Bunları
cadde üstüne dizmeye ve kavşaktaki polis kordonuna karşı ileri bir
mevzi halinde yanyana getirmeye başladılar. Oysa böyle yakın bir
barikata polisin izin vermeyeceği çok belliydi. Nitekim hemen 3-5 gaz
fişeği daha attılar; söz konusu 10-15 “lider” veya “militan” da
kaçıştı ve bunun üzerine polisler, ilk defa Nişantaşı kavşağındaki
mevzilerinden çıkarak Valikonağı’na girip ilerlemeye koyuldular.
Yanyana dizilmiş park banklarına geldiler ve kenara ittiler; hemen
ardından, kavşakta bekleyen TOMA da ilk defa caddeye girdi ve
ilerleyip zincirin üzerinden geçti; o ikinci, entepüften barikatı da
dağıttı ve bu, daha hiç su sıkmadan, geriye kalmış bütün küçük grubun
da yan sokaklardan iyice içerilere kaçması anlamına geldi. Ardından,
önde 15-20 polis Nişantaşı market sokağının hizasına, bir 20-30 polis
de kavşaktan önceki son sokağın hizasına gelip mevzilendi. Bu da,
arkalarında mezbeleye dönmüş bir semt bırakan protestocuların
uzaklaşmasıyla birlikte, bütün eylemin, çatışmanın sonu demek oldu.
Saatime baktım: çatışma 17:30’da başlamışken, şimdi 19:20 olmuştu.
Gözlemlerimi net özetleyeyim. (1) Polisin bütün mevzilenişi, kimseyi
Nişantaşı kavşağının ötesine geçirmemek, Taksim’e ilerlemelerine
olanak vermemek üzerineydi. (2) Polisin, protestocuların fazla
ilerlemesini önlemek için zaman zaman gaz fişeği atmak dışında bir güç
kullanmama talimatı aldığı çok açıktı ve nitekim öyle de davrandılar.
Benim görüş alanım dahilinde, cop kullanmadılar, kimseye başka şekilde
de vurmadılar, kimseyi gözaltına almadılar. Hatta yan sokaklardan
birisi üzerlerine yürüdüğü ve küfrederek itip vurmaya kalkıştığında
bile, sadece geri itmekle yetindiler; hiçbir karşılık vermediler. Oysa
o kişinin yaptıkları (veya karşı apartımandan bir hanımın ettiği,
kızımı “baba, Nişantaşı’nda Atatürkçü olmayan herhalde bir tek biz
varız” demeye sevkeden küfürler) derhal tutuklanmalarına yeterdi de
artardı bile.
(3) Ben Gezi Parkı direnişinin başından değil, ilk haftasından da
değil, bugününden, 15-16 Haziran’ından bahsediyorum. BU ÖLÇÜLER
İÇİNDE, aşikâr olan, bütün saldırganlık ve şiddet insiyatifinin
eylemcilerden geldiğiydi. Artık Taksim’e ulaşmak ve tekrar işgal etmek
diye bir umutları da yoktu; sadece ve sadece, nerede ve ne ölçüde
olursa olsun polisle çatışmak istiyorlardı. Belki bir kısmı için bu,
AKP’yi devirmek gibi bir hedefe bağlıydı; bir kısmı içinse, kendini
(1848 veya 1870-71 misali) “barikatlardaki bir özgürlük savaşçısı”
gibi hissetme arzusundan kaynaklanıyordu. Ama ortada somut, anlamlı ve
ulaşılabilir hiçbir siyasi hedefin kalmadığı ve eylem için eylem,
çatışmak için çatışmak arzusunun öne çıktığı son derece belirgindi.
İsteyen, “bu Cumhuriyet tarihin en kitlesel eylemidir” diye yazıp
dursun. Belki gerçek olan, bu gençlerin kendilerini öyle bir “tarihsel
ân ve aksiyon” içinde hissetme özlemidir. Elle tutulur olan şu ki,
sokağa yalnızca hırslanmış bir öfke ve nefret ile belki bir
kahramanlık ve macera hissi hükmediyordu.
Biliyorum ki bunları çıkıp söylemem ve yazmam, şimdi gene bir tepki
dalgasına yol açacaktır. Aldırmıyorum. Ben bıktım artık. Bir solcu ve
bir demokrat olarak, on yıllardır sol adına söylenen yalanlardan
bıktım. “Kol kırılır yen içinde” anlayışından bıktım. Bütün oportünist
faydacılıklardan bıktım. Geçmişte ve bugün, benim kendi kuşağımda ve
şimdi kuşaklarda, maksimalist boyölçüşmeci, saldırgan ve şiddet
kullanan kesimlere “masum gençlerdir” veya “barışçıl protestoculardır”
veya “meşru savunma halindedirler” diye kol kanat germekten bıktım ––
vakti zamanında bana ve bizlere kol kanat gerilmiş olmasından da,
şimdi başka gençlere kol kanat germeye çağrılıyor olmaktan da bıktım
ve utanıyorum. Günlerdir okuduğum “polisin inanılmaz vahşi
saldırıları” teranelerinin (ki yok böyle bir şey; polis
kullanabileceği şiddetin belki en fazla yüzde 10-15’ini kullanıyor)
yanı sıra, eylemcilerin şiddetinden zerrece bahsedilmemesinden bıktım
ve utanıyorum. Sürekli kriz ve sürekli çatışma mantığıyla her türlü
şiddeti davet edenlerin, sonra da “anne polis beni dövdü” havasıyla
himaye aramasından (ve bazılarının da solculuk gereği veya iktidar
düşmanlığı gereği onlara bu himayeyi sunmasından) da bıktım ve
utanıyorum.
Ben bu satırları yazarken Başbakan Erdoğan da Kazlıçeşme’de hep aynı
kibir ve nobranlığıyla konuşmuş; üstelik MHP’yi (veya tabanını) da
yanına almış; bir çeşit fiilî Milliyetçi Cephe oluşturmuş. Yapar,
yapmıştır. Tek el şaklamaz. Kim itti onu o noktaya? Krizi Erdoğan
başlattı; ikinci hafta boyunca sürdüren ve hele 15 Haziran Pazar
sabahından itibaren bu kutuplaşmayı özellikle davet eden de, ister
“sol” deyin, ister Taksim Dayanışması, ister protestocular-eylemciler,
işte onlar oldu.
Hükümet demokrat olsun; peki. Ya muhalefet? Acı olan şu ki, Türkiye’de
önce muhalefet (ve sol) demokrat olmayı ve dürüst olmayı ve namuslu
olmayı öğrenmedikçe, iktidarı ve bütün toplumu demokratlaştıramaz.