Her Bijî Erdoğan
YILDIRAY OĞUR/TARAF
2012 eylül ayının sonları. Başbakan Erdoğan’a bir mektup teslim edildi. Mektubun geldiği adres İmralı Cezaevi’ydi. Gazetelerde Öcalan’ın MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la görüşmek için cezaevi müdürlüğüne başvurduğu haberleri yer almıştı. Öcalan, bu kez doğduran Başbakan’a bir mektup yazıp Cezaevi Müdürlüğü’ne teslim etmişti.
Mektup, müzakerelerin bir kez daha son aşamada sekteye uğradığı bir fetret döneminden geçilirken adresine ulaşmıştı. Uludere Katliamı’nın yaşandığı günkü MGK’da görüşülen çözüm paketi doğrultusunda 2012 haziran ayında sonuçlanmak üzere başlatılan çözüm girişimi bu kez de Suriye’de Esed’in uluslararası bağları da olan bir hamleyle Kürt bölgelerini PYD’ye bırakmasıyla akamete uğramıştı.
Ortadoğu’da Kandil’den sonra ilk kez bir toprak parçasına sahip olan PKK, bunun şehvetiyle çözüm sürecinden çekilmiş, BDP liderine Şemdinli’de 400 km’lik alan hâkimiyetini bile ilan ettiren Devrimci Halk Savaşı pozisyonuna geçilmişti. Bütün yaz boyunca çok kan aktı. İpler bir kez daha koptu.
İşte Öcalan, mektubunda Ortadoğu’daki güç mücadelesinin hedefinde Başbakan’ın ve kendisinin olduğunu söylüyor ve samimi bir diyalog çağrısı yapıyordu.
Mektup etkili oldu. Bundan üç yıl önce Oslo sürecinde görüştüğü PKK liderlerine “Öcalan’la Başbakan çözüm konusunda yüzde 90 mutabık” diyen MİT Müsteşarı Hakan Fidan oğlunun “O adamla görüşme baba” sözünü bir kez daha dinlemeyerek yeniden Ada’ya gitti.
Kobani’de göndere çekilen bayrak, PKK’nın Şemdinli’yi ele geçirmeye hamleleri Ankara’nın kadim bölünme korkusunu tetiklemişti. Bugüne kadar yapılan bütün görüşmelerin kırmızıçizgisi toprak bütünlüğüydü. Bir tek o tartışma dışıydı.
Kafalardaki bütün soru işaretlerini ve karşılıklı güvensizlikleri gidermek için son bir kez daha sordu:
“Devlet kurmaktan vazgeçtiniz değil mi?”
Öcalan devletle her görüşmesinde sorulan bu soruya aynı cevabı verdi: “Evet.”
Ankara’da zaman zaman Başbakan’ı da etkileyen “nihai amaç Kürdistan” şüphelerini gidermek için kayıtlara geçsin diye uzun süredir mutabık oldukları meselenin özünü oluşturan soruyu başka bir şekilde yeniden sordu:
“Sizce Kürt meselesinin çözümü Türkiye’nin demokratikleşme sorunu mudur? Türkiye’nin demokratikleşme kazanımlarını Kürtlerin de kazanımları olarak görüyorsunuz değil mi?”
Öcalan yeniden cevap verdi: “Evet, öyle görüyorum.”
İmralı’daki varılan mutabakat bu temel üzerine inşa edildi. Açlık grevleriyle yeniden yokuşa sürülen süreci Öcalan, Ankara’ya güven veren bir biçimde bitirdi. Kardeşiyle izin verilen görüşmesinde de ilk işareti verdi: Eğer derin güçler sabote etmezse 20 gün içinde yeni bir süreç başlayacak.
Aynı görüşmede haziran takvimini baltalayan Suriye’deki kafa karışıklığını bitirecek biçimde PYD’ye muhalefetle birlikte hareket etme çağrısı yaptı.
Müslüman Kardeşler’in demokrasi için devrim yaptığı, Hamas’ın kendini değiştirdiği, Türk Hizbullah’ının sivilleştiği, soğuk savaşın bittiği Ortadoğu’da PKK’nın bundan sonra ne yapacağı konusunda bu örgütü zor bir coğrafyada dengeler üzerinde sıfırdan bu hâle getirmiş Öcalan’ın kafası artık netti.
Görüşmelerin artık olgunlaştığı bir aşamada da geçen hafta Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata (Aysel Tuğluk’un yerine) İmralı’ya gittiler. Öcalan, onlara 13 yıl önce yakalanmasına rağmen 1998 ateşkesine sadık kalarak silahlı mücadeleye bitirirken söylediği şu sözlere benzer cümlelerle “Silahlı mücadele dönemi bitti” mesajı verdi:
“Türkiye’de çatışma ve şiddet ortamı insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmektedir. Ağırlıklı olarak Kürt sorununda yaşanan şiddet bunda temel rol oynamaktadır. Çıkmazı aşmak ve sorunların çözüm yolu şiddete son vermeyi gerektirmektedir.”
Ketumiyete rağmen BDP’li vekillerin yakın çevrelerine “Bu iş bu kez bitti” diyerek özetledikleri süreç karlar kalktıktan sonra PKK’nın sınır dışına çekilmesiyle ileri bir aşamaya geçecek. PKK, en çok endişe ettiği “tasfiye mi ediliyoruz” korkusuna karşı herkesi tatmin eden bir silahsızlanma ve eve dönüş takvimine kadar silahı bırakmayacak.
Peki, Öcalan 13 yıl sonra tekrar buna nasıl ikna oldu? 13 yıl önce Kürt bile diyememiş yarı askerî bir diktatörlük olan Türkiye’yle yaptığı anlaşmaya uyup PKK güçlerini sınır dışına çekmiş, kötü itibarı yüzünden PKK adını KADEK olarak değiştirmiş ama 2004’e kadar sürecek ateşkes döneminde devlet tek bir adım dahi atmamıştı.
İşte burada devreye Erdoğan faktörü girdi.
Bu kez ilk adımları hükümet attı. İdam, açlık grevi, dokunulmazlık konularında liberaller ve solcular klişe analizlerle Erdoğan’ı milliyetçi oylara oynayan Türk-İslam sentezcisi bir diktatör ilan etmekte yarışırken, hükümet Kürtçeyi seçmeli ders olarak devlet okullarına soktu, anayasadaki vatandaşlık tanımında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı açılımı garantisi verdi, Kürtçe kamu hizmeti, Kürtçe savunma, tahliyeleri sağlayacak 4. Yargı Paketi’nde terör suçlarına şiddet şartı getiren düzenleme için adım attı, son olarak en temel statü meselesini çözecek, KCK’nın daha önce yeterli olacağını açıkladığı Avrupa Yerel Yönetim Özerklik Şartı’na olan çekinceyi kaldırma sinyali verdi. Bu arada AKP kongresine hitap eden Barzani ile ilişkiler Suriye ve Irak’ta Türk-Kürt ittifakı düzeyine ulaştı.
Bunu ancak iki kişiden birinin oyunu, diğerinin de “bu adam yapar” güvenini kazanmış Erdoğan atabilirdi.
Bu güvenle Oslo’yu, Habur’u yaptı. Kastamonu’da suikasttan kurtuldu, Ankara’da yanı başında bombalar patladı ama seçime girerken Öcalan’la görüşüldüğünü deklare etmekten çekinmedi. Öcalan’ın “anlaştık” açıklamasından bir hafta sonra Silvan oldu. Silvan’dan sonraki gün Ada’da Öcalan’la görüşme yaptıracak kadar kararlılık gösterdi. Müsteşarı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrıldı, kendisi Yüce Divan’la tehdit edildi ama “yine görüşürüz” demekten vazgeçmedi.
Ama Kürt siyasetçiler, solcular, liberaller onu milliyetçi, faşist ilan edip, sık sık Çiller’e benzetti, milliyetçiler, Kemalistler ihanetle suçladı.
Türkiye’de bir âdet vardır. Cumhuriyet’in totaliter uygulamaları eleştirilirken “Atatürk iyiydi, çevresi kötüydü” denir. Erdoğan için tam tersi geçerli. Çevresi, bakanları, müsteşarları iyi, demokrat, ılımlı ama Erdoğan kötü, sert ve milliyetçi. Kötü her durum tek adamlılığına verilen Erdoğan, nedense alkışlar dağıtılırken bir anda demokratik bir yöneticiye dönüştürülüyor ve bütün puanlar neredeyse kendi başlarına iş yapıyormuş gibi davranılan ekibinden isimlere yazılıyor.
Erdoğan’ın Alman Yeşiller Partisi eşbaşkanı olmadığını biliyoruz. İsveç’in bisikletiyle dolaşan Sosyal Demokrat başbakanı olmadığını da.
Ama Kürt meselesi çözülüyorsa bunu harika bir iş çıkaran MİT Müsteşarı’ndan, gerçek bir reformcu olan Adalet Bakanı’ndan önce Başbakan Erdoğan’a borçluyuz.
Barış için cesaretle risk alan bir Başbakan’a yandaşlık için yazıldı bu yazı.
Barış olursa, bir gün Diyarbakır’da da bunun yüksek sesle söyleyeceğine inanarak ilkini ben söyleyeyim: “Her Bijî Erdoğan.”