Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’nın dün kaleme aldığı Çadır Devleti yazısına Yeni Şafak’tan, Salih Tuna’dan sert bir yanıt geldi.
“Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni değerli insan Ekrem Bey tam olmuş, nasıl desem, Ertuğrul Özkök’un ‘maklube’ yemiş haline dönmüş.” diyerek söze başlayan Tuna, daha önce Özkök ve o “bitince” Nazlı Ilıcak ile ilgilendiğini ama ikisinin de kendisini kesmediğini yazdı.
Ardından Özkök ve Ilıcak ile uğraşmasının geçmiş merhalelerini yazan Tuna, Dumanlı’nın “şıp demiş Özkök’ün burnundan düşmüş” tarzı ile dalgasını da geçti.
İşte Yeni Şafak yazarının “Ben bu Ekrem bey’i kimseye yedirtmem” başlıklı yazısından çarpıcı bir bölüm:
‘Çadır devleti mi?’ başlıklı dünkü yazısından öyle keyif aldım ki, anlatamam.
Sizin de keyif almanızı istiyorum, onun için de paylaşmak istiyorum. Hep kasvet hep kasavet de nereye kadar.
Ertuğrul Beyciğim dere kenarına düştükten sonra, bilmem neyin tadından bahsedecek kadar cıvıtınca bir daha elimi sürmek içimden gelmedi.
Zaten hayli zamandır zevk vermiyordu.
Kaç köşe yazarına yıllarca hizmet vermiş, kendini mütemadiyen sevdirmişti. Demek ki onun da bir istiap haddi vardı; an geldi tükendi.
Ben de naçar bir ‘şiirle’ final yaptım zaten. (Ertuğrul Beyciğim şiiri, 31.12. 2009, Yeni Şafak)
Gezi olayıyla kendini şarj etmeye çalıştı. Sonra, Sisi darbesinde eski günlerini aratmayacak şekilde, ‘Demokrasi darbeyle de gelir’ dedi. Doğrusunu isterseniz, ‘ulan acaba?’ diye, ne yalan söyleyeyim, bir an için umutlandım.
Bir iki el de attım hatta; yazık ki çalışmadı.
17 ve 25 Aralık yargı darbesinde de bayağı kostaklandı ama, bir türlü dikiş tutturamadı.
Demek ki, olmayınca olmuyordu.
Boşluğunu doldurur ‘sanrısıyla‘ bir ara Nazlı Ilıcak’la falan ilgilendim.
Merhum Kemal Ilıcak’ın Tercüman gazetesinden itibaren yazılarını hiç aksatmadan okuyan babam, ‘Sakın bir daha Nazlı Hanım’a dokunma!’ diye ültimatom verince vazgeçtim. (Bunu da bu köşede yazdım. Nazlı Hanım’ın da galiba hoşuna gitmiş olacak ki karşılaştığımızda, ‘Babana selam söyle’ dedi.)
Nazlı Hanım’ın malum yargı darbesinden sonraki acayip savruluşu üzerine, ‘Baba‘ dedim, ‘hâlâ aynı fikirde misin?’
‘İstediğini yap oğlum’ dedi, ‘ben artık karışmıyorum…’
Ne ki, artık içimden dokunmak gelmedi.
Kanal D’deki programında her Pazar ünlülerin evine gidip Saba Tümer kahkahası taklidi yapmaya çalışan bir köşe yazarının nesine dokunacaktım?! (Aydın Doğan, Nazlı Ilıcak’tan eski günlerdeki onurlu ve demokrat duruşunun intikamını acaba böyle mi alıyordu?)
Uzun lafın kısası, Ertuğrul Beyciğim miadını doldurunca, oyuncağını kaybetmiş mahzun bir çocuk gibi oldum. (Hayır sen oyuncağını kaybetmedin, kırdın derse de hiçbir cevap veremem, bunu da itiraf edeyim.)
Şükür ki şükür, garip kuşun yuvasını Allah yapar derler; sıfır kilometre bir Ertuğrul Özkök gönderdi: Ekrem Bey!
Maşallah kalemi de en az hemşehrisi Ahmet Hakan kadar kıvrak. Üstelik ondan çok daha kurnaz; eski günlerdeki Ertuğrul Beyciğim kadar.
Yalnız bir sorun var, çok az yazıyor.
Haftanın her günü yazmalı. İnternet sayfalarından ‘Ekrem Bey yarını bekleyemedi’ anonslu ekstra yazılar da dercetmeli.
‘Çadır devleti mi?’ başlıklı dünkü yazısı gerçekten de beni benden aldı.
(…)
Lan?!!
Bu üslup, bu tarz, bu alegori, bu kurnazlık şıp demiş Ertuğrul Özkök’ün burnundan düşmüş gibi.
Ertuğrul Beyciğim de dostlarıyla böyle konuşuyor, böyle aktarıyordu. Kimi zaman çok saygın dostlarının, ‘Erdoğan’a el uzatmalıyız’ ifadesini son derece müşfik edayla naklediyor, kimi zaman da ‘Erdoğan bize el uzatsın’ diye yalvarıyordu. Bu tarz yazılarını da genellikle ‘Germeyin’ sözcüğüyle süslüyordu.
Ekrem Bey’in dünkü yazısında ‘Germeyin artık’ ara başlığını görünce, artık bu ‘tam olmuş’ dedim.
Bir farkla ki…
Ekrem Bey dünyayla (Almanya, İngiltere vs.) eşzamanlı ‘geriliyor.’
Ertuğrul Beyciğim dünyadan kopuk, mesela, şehirlerarası otobüslerin namaz molasından veya Konyalı hasta bir çocuğun testisleri üzerinden ‘gerilirdi.’
O değil de, dostu öyle ‘deyiverince‘ Ekrem Bey çok etkilenmiş. ‘Kalbimin tam orta yerine kavurucu bir ateşin düştüğünü hissettim…’ diyor.
Aman diyeyim, bu tarz ‘hisli duygular’ Ertuğrul Beyciğimi dere kenarına düşürmüştü. Ekrem Bey’i bulmuşken kaybetmeyelim!
Mezkur yazısında bir de soruyor: ‘Türkiye nereye gidiyor? Daha özgür, daha barışçı, daha huzurlu, daha güzel günlere mi; yoksa daha yasakçı, daha kavgalı, daha güvensiz, daha kötü günlere mi?…’
Etyen Mahçupyan gibi dünya çapında bir entelektüelin yazı sayısını düşürdüğünü sayfa sekreteri aracılığıyla haber verecek kadar nobran bir mobbing uygula, Hüseyin Gülerce gibi kuşatıcı bir kalem erbabının bile yazmayacağı bir gazete yap, ondan sonra da ‘yasakçılıktan’ kaygı duy!
İnanın, Ertuğrul Beyciğim bile birden bire bu kadar güzelleşemezdi.
Bir kitap yazdı diye Hanefi Avcı’nın mahpus damında çürütülmesini onayla, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tahliyesine, ‘Şimdi emniyet yetkilileri ya da yargı mensupları, ‘Neden soruşturma yapıp sopayı biz yiyelim?’ dese haksız mı?’ şeklinde isyan et, ondan sonra da ‘özgürlükten‘ bahset.
Nerde nasıl bu kadar güzelleşti acaba?