Yeni Akit gazetesi yazarı Latif Erdoğan, Fethullah Gülen hakkında gündeme bomba gibi düşecek iddialarda bulundu. Yaklaşık 45 yıl içinde bulunduğunu belirttiği Fethullah Gülen cemaatinden koptuktan sonra ağır iddialar dile getiren Latif Erdoğan, “Cemaat medyasının vakıflaştırılarak aslı sahibi olan millete iade edilmesi gerektiğini” yazdı. Erdoğan, adını anmadan cemaat medyasının patronu olduğunu iddia ettiği Gülen’in “Yüzüne bardak fırlatarak cemaat bünyesindeki bir televizyonun genel müdürünü işten çıkardığını, gazetenin birinci sayfasına manşet attığını, haber seçtiğini, köşe yazılarını yayından önce kontrol ettiğini” yazdı. Latif Erdoğan’ın, “Özgür basın ve bir patron” başlıklı yazısı şöyle:
CEMAAT MEDYASININ GERÇEK PATRONU GÜLEN’DİR
Cemaate ait medya kuruluşlarının tümünün gerçek patronunun o olduğu herkesin bildiği sırlar cümlesindendir. Öyle ki, aksini iddia etmek, gündüz ortasında güneşi inkar etmekten farksızdır. Yine aynı kriterle söyleyecek olursak, bunun böyle olduğunu ispata kalkışmanın da malumu ilamdan öte bir anlamı yoktur. Kağıt üzerinde patron görünenlerin bu aldatmaca durumu da ayrıca yetkililer tarafından mercek altına alınmalıdır; finalde milletin malı olan bu kurum ve kuruluşlar ya vakıflaştırılarak ya da başka usullerle tekrar millete iade edilmelidir, fakat konumuz bu değil.
Yıllarca, cemaate ait medyada yazarlık ve program yapımcılığı yanında üst istişare kurulu üyeliği yapmış biri olarak söz konusu patronun basın özgürlüğü anlayışını yansıtan pek çok olaya tanık oldum. İşte bu yazımda, onlardan bazılarını, sıcak gündem gereği sizlerle de paylaşmak istiyorum:
GÜLEN BARDAĞI YÜZÜNE FIRLATTI
Cemaate ait televizyon binasının son katında toplantıdayız. Gündem, televizyona alınması tasarlanan bazı teknik aletlerle alakalı.. Toplantının sonuna doğruydu, televizyonun genel müdürü arkadaşımız, biraz tedirgin, biraz çekingen, biraz mahcup: “Efendim, son haftalarda vaazlarınızı yayınlıyoruz. Bazı çevrelerden, bu vaazların televizyonda yayınlanmasıyla ilgili eleştiriler alıyoruz..” Daha arkadaşımız, bu hususta ne buyurursunuz, demeye fırsat bulamadan bir fırtına koptu; patron hakaret dolu sözlerle bağırarak önündeki sehpanın üzerinde duran içi dolu büyükçe su bardağını kaptığı gibi arkadaşın yüzüne fırlattı; kıl payı farkla bardak başına isabet etmedi.. O kalktı, hepimiz kalktık. Biz vasıtalarımıza binerken, Genel Müdür arkadaşımıza da bir ulak gönderildi: Vazifesine son verilmişti..
USTA YAZARIN İŞİNE O GÜN SON VERİLDİ
E.D. Cuma günü İstanbul camilerinden birine gider. Vaiz, ne dediği anlaşılmayacak ölçüde Türkçesi kötü biridir. Bu durumu Cemaate ait gazetedeki köşesine taşır; Diyanet Başkanlığı’nın dikkatini çeker. Patron kastın kendisi olduğu kanaatindedir. E.D. kastının başkası olduğunu söylese de kimseyi inandıramaz. İnananlar da zaten aksi beyanda bulunamazlar. Sonuç bellidir: Bu usta yazarın da işine o gün son verilir..
GAZETECİ KONUKLARIN ORTASINDA ZAMAN’IN MANŞETİNİ BELİRLEDİ
Belki içinizde o reklam filmini seyredenler olmuştur: Mehmet Barlas nasıl bir gazete arzuladığını anlatır. Bunun üzerine Fehmi Koru: Öyleyse aramıza hoş geldin, der. Daha iki ay geçmeden, hükümeti eleştirdiği için Mehmet Barlas gazeteden ayrılmak zorunda kalır..
Aralarında Taha Akyol, Yalçın Doğan gibi ünlü isimlerin de bulunduğu kalabalık bir grup gazeteciyle sohbet ediliyordu. Sohbetin tam ortasında, tamamen münasebetsiz bir zamanda yardımcısı konumundaki kişi kendisine bir kağıt uzattı. Konuklardan özür dileyerek, kağıdı eline aldı, yakasında mikrofon olduğu için herkesin duyacağı şekilde, özellikle herkese duyurmak istercesine gazeteye manşet vermesi gerektiğini söyledi. Gazeteci konukların şaşkın bakışları içinde, tercih ettiği manşet ve birinci sayfa haberlerini işaretledi; ayakta bekleyen yardımcısına sayfayı geri verdi. Konuklardan birisi, bu kadar müdahale ettiğinizi bilmiyorduk, dese de o hiç oralı olmadı; gazeteci konuklara vermek istediği mesajı vermiş bulunduğundan dolayı da gayet memnundu..
ODASINDAKİ FAKSA GÖNDERİLEN YAZIM
Biraz da kendimden anlatayım: Kendisini ziyarete gitmiştim. Odasındaydı. Misafirler için kullanılan odada oturuyordum. Odadaki faks cihazı çalışmaya başladı. Faks gazeteden çekiliyordu. Baktım, benim yarınki yazım faks ediliyor.. Sekreter hata ile gönderdi sandım. Akşam üstü, aynı yere uğrayan gazetenin yayın yönetmenine durumu anlatınca, güldü, senin her yazını önce kendisi okuyor, sonra yayınlıyoruz, dedi..
Amerika’ya gittikten sonra da benim yazılarımın bu mutat üzere yayınlandığını artık biliyordum. Bir gün, ihya ve tecdit hareketinin cemaat mantığıyla gerçekleşmesinin imkansızlığını ifade eden bir yazı yazdım. Yazım yayınlanmadı. Tabii ki bir daha benden yazı isteyen de olmadı..
HADİ ORADAN, TERBİYESİZ, İKİ YÜZLÜ ŞARLATANLAR
Aramızın soğuk olduğu bir dönemdeydi. Kendisi yine Amerika’daydı. Marmara depreminin acı kayıplarıyla hepimiz yastaydık. Engin Noyan, kader konusunu işlemek üzere beni programına davet etti. Sonucu bildiğim halde, durumu kendisine izah etmemin imkansızlığından dolayı davetini kabul ettim. Yayın günü, sabah gazetede reklamımı görünce şaşırdım. Öğle vakti, televizyonun o günkü genel müdürü telefonla aradı; programın iptal edildiğini bildirdi. Akşam televizyonu açtığımda, Engin Noyan konuşuyordu. Bir müddet sonra, canlı yayında benim adımı vererek, trafiğe takıldığını söylediler; ama herhalde şu dakikalarda ulaşmak üzeredir, kendisiyle kader konusunu enine boyuna konuşacağız, dedi. İşte o zaman donup kaldım. Okyanus ötesi müdahalenin bu kadar onursuz hale dönüşeceğini cidden beklemiyordum..
Senelerce kitaplarını satarak üzerlerinden para kazandıkları insanlar, son olaylar sebebiyle haklı ve isabetli olarak yaptıkları eleştiriler sebebiyle birden aforoz edildiler, cemaate ait kitapevlerinde, nice densiz ve dinsizlerin kitapları satılırken, o mübarek insanların kitapları derhal yasaklandı; okurlarıyla aralarına set çekildi. Başka bir kulvarda da aleyhlerinde kitap yazdıkları gerekçesiyle onlarca kişinin hayatı karartıldı. Ve basın yoluyla yapılan her eleştiriyi mahkeme yoluyla susturmaya çalıştılar..
Şimdilerde, hançerelerini yırtarcasına sokaklarda özgür basın diye yeri göğü inletiyorlar. Hadi oradan, terbiyesiz, iki yüzlü şarlatanlar..
İşte zurnanın zırt dediği yer tam da burası. Ahir zamanın en gözde mesleği ŞARLATANLIK. Öyle olmadığı halde …mış gibi yapmak. Cennetten arsa satışından tutun da boyalı suyu hayat iksiri gibi satmaya kadar geniş bir yelpazede pazarlama imkanlarına haiz bir sektör. Bu işin sermayesi cerbezeli bir dil ve dessas bir beyin… İşin müşteri kısmı kolay. Aklı kıt, kandırılmaya müsait insanlar her yerde ve her devirde olagelmiştir. Zaten koyunun olmadığı yerde keçiye abdurrahman çelebi diyen bir milletiz.
Lakin milletin derin irfanına toslama tehlikesi de yok değil. ” Yarım doktor candan, yarım imam dinden eder ” demiş atalar. Gün gelir maskenizi indiriverirler. Tek ceketimi var dersin, ne işin var holding yönetiminde? Uzlet maskesi altında dünyanın fırıldağını çevir, hizmet mavalları ile himmet vurgunları yap, buradan devşirdiğin güçle siyaset oyununa gir, elemanların ortalığı birbirine katınca da çıkıp de ki:
– İtikaftaydım olan bitenden yeni haberdar oldum. Neler oluyor?
Ne olsun iyilik sağlık. Sen itikaftayken seninkiler yetimin hakkı,mazlumun ahı, şehidin kanı, mağdurların gözyaşı ile iftar açıyordu.
Her ne kadar binde birini dahi tanımıyor olsan da; onlar sınav sorularını çalarken, dinleme kaydı yapıp montajlarken,, işadamlarını haraca bağlarken, rakip firmaları batırırken, masumlari içeri tıkarken, huşu ile kumpas çevirip komplo tezgahlarken, hasılı bunca irtikap ve fücuru işlerken senin adına ve senden aldıkları güçle iş çeviriyorlardı.
İhlasın yerini riya, hasbiliğin yerini menfaarperestlik, halis imanın yerini münafiklık, islâm ahlakının yerini yahudi ahlakı aldı. Muharref Tevrat’tan kehanet istihraç ederken yahudi sevgisi, yahudileşme temayülüne dönüştü. Istihbarat raporlarını keramet gibi pazarlamanın da alıcısı kalmadı.
Neyse ki bunların ahlâk ve itikat sefaletini farkeden halis niyetli ve temiz itikatlı insanlar uyandı da, peşinden gittikleri adamın ruh hastası bir şarlatan olduğunu ilan edip yollarını ayırdılar.
Aklında noksanlık olanlar ve hezeyan içindekiler hariç. Geriye kalanların da kaderinde bozgun üstüne bozgun yaşamak var. Bu vakitten sonra salya sümük ağlamanın ve mağduriyet edebiyatının da faydası olmaz.