A Haber’de Şirin Sever’in sunduğu Jurnal Programı, Tuna Kiremitçi’yi konuk etti.
Son romanı Gönül Meselesi’nde ilk yazdığı romanın karakterleriyle yeniden buluşan ancak bunların arasına başörtülü bir kadını ekleyen Tuna Kiremitçi uzun zamandır sürdürdüğü sessizliğini Jurnal’de bozdu. Programda çarpıcı açıklamalarda bulunan Kiremitçi, romanındaki başörtülü kahraman Gönül’ün kendisine yönelik bir eleştiriye de cevap olduğunu söylerken, Hürriyet Gazetesi’nden neden kovulduğunu hala bilmediğini de dile getirdi.
“KENDİ EDEBİYAT ÇEMBERİMİ BU ROMANLA TAMAMLAMAK İSTEDİM”
Benim ilk romanımın karakterleriyle yeniden buluşmamın romanı. “Git Kendini Çok Sevdirmeden” 10 yıl önce yayınlanmıştı ve Benim kuşağımdaki insanların 30’ların sonundaki halini anlatıyordu. Roman karakterleri yaşlanmıyor ama biz yaşlanıyoruz, onlarla aynı yaşa geldim, onları daha iyi anlayabildiğimi hissediyorum, roman 2011 -2012’de geçiyordu, kendi edebiyat serüvenimdeki bir çemberin tamamlanması anlamına geliyordu. Oradaki karakterleri merak etmeye başladım. O hikâye de yarım kalmıştı, devamını yazmamı istiyorlardı. Geri dönüş benim için anlamlı oldu, hem bir çemberin kapanması hem de benim içsel yolculuğum anlamında, yazmaya başladığımdaki ilk naifliğe geri dönmek bakımından anlamlı oldu.
“YAZARLIK BİR EGO MESELESİNDEN ÇOK BİR HİZMET OLMALI”
Gençken insan daha çok kendini beğendirmek istiyor. O zaman daha sanatçı ruhlu bir insanmışım, her sanatçı gibi alkış almak arzusu ile yazı yazıyormuşum, daha iyi yazmak, vay be ne yazmış dedirtmekti amacım. Şimdi ise yazarlığın bir ego meselesinden çok bir hizmet meselesi olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarımla insanların duygu dünyalarına bir katkım olabiliyorsa ya da insanlar arasında bir gönül bağı kurulmasına aracı olabiliyorsa kitabım benim için daha anlamlı
“GÖNÜL MESELESİ’NİN MANEVİYAT ÜZERİNE BİR ROMAN”
Gönül Meselesi’nin maneviyat üzerine bir roman olduğu söylenebilir çünkü bizim gibi hızlı gelişen toplumlarda maneviyat bir mesele olabiliyor. Türkiye’de büyük bir gelişim var ama tüm hızlı gelişen ülkelerde maneviyat mesele haline gelir. Hayat hızlanıyor, kimsenin durup küçük şeyleri anlayacak zamanı kalmıyor. Maneviyat arayışlarına sürüklüyor insanları daha çok. Sadece dini anlamda değil, aşk anlamında, vefa anlamında genelde bir maneviyat meselesi ortaya çıkıyor.
“ROMANLARINDA BAŞÖRTÜLÜ KADIN YOK ELEŞTİRİSİ ALDIM. HAKLIYDILAR”
Ben birkaç yıl önce bir köşe yazısı yazmıştım Hürriyet’te, Başörtülü Esas Kız diye. Hanımlarımızın neredeyse yarısı kapalı olmasına karşın neden dizilerde başörtülü esas kız yok diye soruyordum. Çok masumane bir yazıydı, ama medyada günlerce tartışılmıştı. Okurlarım da bana sitem etti, böyle diyorsun ama senin romanlarında da başörtülü kadın yok diye. Haklıydılar. Edebiyat siyaset gibi değil, siyaset daha çok insanları ayrıştırmak üzere kurulmuş bir şey, edebiyat ise birleştirmek, gönül bağı kurmak için. Bir roman farklı kimlikteki insanlar arasında bir duygu birliği yaratıyorsa o çok şanslı bir romandır. Hayat tarzlarımıza göre, etnik kökenlerimize göre ayrılarak kompartımanlar halinde yaşayamayacağımızı düşünüyorum.
Kitapta ilginç detaylar var, konuşma tartışma yaratacak şeyler, aslında Gönül başını örtmesine rağmen her anlamda modern bir genç kızdır, algı karışıklığı yaşadığımızı mı ifade ediyorsunuz, başörtülü kadını modern görmüyor muyuz?
“HÜRRİYET’TEN NEDEN KOVULDUĞUMU HALA BİLMİYORUM. NEDENİNİ AÇIKLAMADILAR”
(köşe yazarlığından) Kovuldum, o yüzden bıraktım. Neden kovulduğumu da hala bilmiyorum, sadece benimle artık çalışmak istemediklerini söylediler. Köşe yazarlığını seviyorum, yazdığım sürece gazetenin en çok okunan köşelerinden biriydi zaten. Romanı yazarken köşe yazmamak da işime geldi biraz. Enerjiyi tek noktaya odaklayabildim. Romana odaklanmak çok güzelmiş, onu unutmuşum ben. Köşe yazarlığı olunca enerji bölünüyor. Köşe yazmanın ve okuyucu ile direkt ilişki kurmanın zevki de ayrı.
“BİR DÖNEM YAZARSAM EZİLECEĞİMİ HİSSETTİM”
Benim dönem yazmaya ısrar edersem biraz fazla ayakaltında kalacağımı ve ezileceğimi hissettim, çünkü Türkiye değişiyordu, edebiyat dünyası değişiyordu, edebiyat dünyası içinde güç dengeleri değişmeye başlamıştı. Ben o sıralarda ortada fazla geziniyordum herhalde. Edebiyat dünyasının kendi iç dengeleriyle ilgili, o zaman başka kişilerin zamanıydı, öyle söyleyeyim artık. Ben efendi gibi kenara çekilmezsem işin sonu iyi olacağa benzemiyordu.
“EDEBİYATI BIRAKIYORUM DAVRANIŞI ÇOCUKLUKMUŞ”
Ben başkalarından bahsetmek istemiyorum, toplumsal sistemler değiştiği zaman edebiyat dünyası da değişir, somut şeyler de yaşadım ama artık benim için artık önemli değil. Benim için önemini kaybetti, ben bırakıyorum edebiyatı demek çocukluk, insanın kendisini çok önemsemesinden kaynaklanıyor. Şimdi o hareket bana çok çocukça geliyor.
“LEO TZU İLE IBN-İ ARABİ ARASINDA BİR FARK YOK”
Son iki buçuk yılımı Türkiye dışında geçirdim, doğu düşüncesi ile yaklaşımlarıyla Zen gibi Leo Tzu, ya da Ibn-i Arabi, Sufizm gibi şeylerle ilgilenme halim oldu. Geldiğim noktada Leo Tzu ile Ibn-i Arabi arasında bir fark yok, ikisi farklı noktalardan aynı gerçeğe yaklaşıyorlar. Hayatın akışını hisset ve ona kendini saygı ve güvenle teslim et. Bunu nasıl yapacağımızı zaman içinde unutuyoruz.