Kavga “belaltı”na inerse, benim de söyleyeceklerim olur!
Ama, görünen o ki;
Birileri, “kavganın devamını” istiyor… Bunu, ya “şiddetle arzu” ediyorlar, ya da “susturmak” istiyor olmalılar ki; son günlerde işi “belaltı vurmaya” kadar vardırdılar…
21 Kasım tarihli yazımda; “Maskeler düştü, çehreler göründü” demiştim… Gerçekten de; “bazı Cemaat mensupları”nın “menfaat” söz konusu olduğunda, nasıl “saldırgan” olabilecekleri, nasıl “zıvanadan çıkabilecekleri” ve “kardeş” dedikleri insanları nasıl “satabilecekleri” gözler önüne serildi.
Ne “hoşgörü” kaldı ortada,
Ne de “diyalog!”
Acı ama gerçek;
“Güven” de kalmadı!..
“ABİ”LER VE “ÇÖMEZ”LER
Dün, bir “çömez”in yazdıklarından sonra, anladım ki; bunlarla “konuşulmaz!”
Bunlarla “dertleşilmez!”
Bunlara “sır” verilmez!..
Şu hâle bakın;
Bir “sohbet ortamı”nda, bir “arkadaş ortamı”nda yapılan konuşmalar bile, “tehdit kokan bir üslup”la gazete köşelerinde “faş” edilmeye başlanmış!..
“Gazete” ile “matbaa” ile, ya da “gazetecilik”le hiçbir alakası olmayan, “tamamen özel” konularda, “dört duvar arasında yapılan konuşmaları” ya da “telefondaki dertleşme ve serzenişleri” gazete köşelerinde mi okuyacağız?..
İş, “belaltı vurma”ya geldiyse, iş; “bina”lara, “ev”lere “aile”ye ve “çocuk”lara geldiyse, açık ve net söylüyorum; ben “âlâsını yazarım” ama bu “kıbledaş”lığa sığmaz!..
Ya “adam gibi” tartışalım, ya da “bütün kartları” açalım..
Bence mahzuru yok…
Çünkü benim;
“Alnım açık!”
“Çiğ” yemedim ki, karnım ağrısın!..
“Yaram” yok ki, gocunayım!..
Veremeyeceğim bir hesabım yok…
Bugün, bir “kavga” var… Ve bu kavgada, insanlar “farklı taraflarda” yer alıyor… Ama, bazı “sır”lar, bazı “serzeniş”ler, bazı “paylaşım”lar vardır ki, bunlar “kavgada bile söylenmez!”
Haa, söylenirse ne olur?..
Hiç kimse kusura bakmasın, benim de bir “tahammül” sınırım var… “Ağzım torba değil” ki, büzeyim… O zaman, bana da, “bildiklerimi açıklama” hakkı doğar!..
“Abi”lerinin kulağına üflediği mevzuları yazan “çömez”lere demem o ki; bu mevzulara girme!..
O zaman, ben de;
Kimlerin “ballı pozisyonlar”da olduğunu, bulundukları yerlerde nasıl bir “terör” estirdiklerini, nasıl bir “manevi işkence” ve nasıl bir “mobbing” uyguladıklarını yazarım!..
Kaldı ki;
Bu “mobbing”ler, bu “taciz”ler, ne hikmetse; “Cemaat mensupları”nın ya da “Cemaatçi görünen adamlar”ın bulunduğu yerlerde yapılıyor!..
Hem de;
“Müslüman çocukları”na karşı!..
“Çömez”lere diyeceğim o ki;
İstersen bu işlere girme, daha fazla karıştırma… Zira, bu işten “zararlı” çıkan siz olursunuz!..
Haa, istersen de karıştır!.
Benim alnım ak!..
BEN, HEP BURADAYDIM!
Dediğim gibi;
Ben “kapalı kapılar arkasında ve sohbet ortamında konuşulanları” değil, “kamuoyunun gözü önünde cereyan eden olayları” yazıyorum, onları yorumluyorum.
Hocaefendi ne demiş?..
Zaman gazetesi ne yapmış?..
Zaman yazarları ne yazmış?..
Bunları yazıyor, bunları eleştiriyor ve bunları yorumluyorum.
Yani “olanları” yazıyorum…
“Özel sohbetler”de konuşulanları ve bazı “serzeniş”leri değil!..
Madem ki ağızlar açıldı, o halde, bir “soru”ya cevap vereyim…
Diyorlar ki;
“Darbe dönemlerinde üzerimizden buldozerler geçti, preslendik… Bizim yakamıza yapışanlar niye senin yakana el uzatmadı?.. Biz çiğnenirken, sen nerelerdeydin?”
El insaf!..
Bana bu soruyu yöneltenler, ya beni tanımıyorlar, ya da yaşadıklarımı bilmiyorlar!.
Soruyor bana;
“Sen nerelerdeydin?”
Elbette “Türkiye”deydim!..
Bir yere gitmedim, “kavga”mı Türkiye’de verdim, “mücadele”mi Türkiye’de sürdürdüm.
Peki, ben sana sorayım;
l “12 Eylül Darbesi”nden sonra, yöneticisi olduğum Milli Gazete, tam “39 gün süreyle kapatıldığında” ve sıkıyönetim subayları telefon açıp; “Kabak gibi oyarım” diye “tehdit” ettiğinde, dahası; “Selimiye Kışlası”nda konuşlu “Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi”nde “onlarca dâvâ”dan yargılanıp, hakkımda “onlarca yıl hapis” talep edildiğinde sen nerelerdeydin?..
l Halen çalıştığım Akit gazetesine önce “el bombası” ile, daha sonra “kaleşnikof”la saldırıldığında, gazetem; “keskin nişancılar” ve “2 panzer” ile kuşatılıp, “yüzlerce polis” tarafından, “terör üssü” basılır gibi basıldığında, sen nerelerdeydin?..
l Akit gazetesi; “312 General” tarafından dâvâ açılıp, “tazminat linci”ne maruz bırakıldığında ve hakkımızda “andıç”lar hazırlanıp, “legal ve illegal susturma plânları” yapıldığında sen nerelerdeydin?..
l Şahsıma ve arkadaşım Hasan Hüseyin Maden’e yönelik olarak “Çete-Mete tezgâhı” hazırlandığında, günlerce “gözaltı”nda tutulduğumuzda sen nerelerdeydin?..
Hayır; bunları “acındırmak” veya “böbürlenmek”, ya da “diyet istemek” için yazmıyorum.
Çünkü;
“Oyuna giren, kol sallar!”
Bir “mücadele” içine giren de, bir şekilde “bedel” öder!
“Bedel”se bedel!..
Ödedik… Ödüyoruz…
Bu ülkede, herkes bedel ödedi…
Bana, kalkıp da; “Sen neredeydin?.. Senin yakana niye yapışmadılar?” dersen, derim ki; “El insaf!.. Allah’tan kork!”
MESELE “DERSHANE” İSE!
En başta dediğim gibi;
Eğer tartışılacaksak, “adam gibi” tartışalım… Eğer “kavga” edeceksek, adam gibi kavga edelim.
“Bel altı” vurmayalım,
“İğrençlik” yapmayalım,
“Çirkefleşmeyelim!”
Hele hele, “çukurlaşmayalım.”
Mesele “dershane” ise;
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, dün SETA’daki panelde “alternatif” sunup, dedi ki;
l “Özel okula dönüşme kabiliyeti olmayan dershaneler, özel okul kadar yüksek standart istemeyen, açılması kadar yüksek kriterler koymamış olan bir statüyle açık liseye dönüşsünler. Ama şu anki uygulama gibi devam zorunluluğu olmayan değil. Örgün eğitimde, liselerde 40 saate yakın yüz yüze eğitim yapılıyorsa, buralarda da asgari bir yüz yüze eğitim süresi olsun.”
l “Bizim dershane sektörü temsilcileriyle yaptığımız daha önceki görüşmelerde, sektörde ciddi payı olanlar, bize ‘20 saatlik yüz yüze eğitim ile böyle bir açık liseyi döndürebiliriz’ önerisinde bulundular. Daha sonra dediler ki, ‘15 saat yüz yüze eğitim, 15 saat de uzaktan eğitim yöntemleriyle biz bu işi başarabiliriz.’ Konuşmalarımız bu çerçevede dönüyor, böyle bir açık lise önerimiz var.”
l “Dershanelerin dönüşüm sürecinde açık lise imkanını da değerlendirebiliriz. Adı açık lise olur mu, olmaz mı, onu ilgili paydaşlarla konuşuruz. Onlar da açık lise adının çok cazip olmadığını, bunun daha işin özüne uygun, başka bir adlandırmayla kamuoyuna anlatılabileceğini söylüyorlar. Bence de doğru.”
Daha ne yapsın Hükümet?..
Amacınız “üzüm” yemekse; oturun, konuşun “alternatif”leri!. Yook, derdiniz “bağcıyı dövmek” ise, o zaman da “mertçe” dövüşün, “Brütüs”lük yapmayın!..
“Mert” olun, mert!..
“Dürüst” olun,
“Güven duyulan” insanlar olun!..
Bir insan, “kardeş” bildiği insanlara “güvenmeyerek” ve her an “belaltı bir vuruş yaşayacağını” düşünerek yaşarsa, buna yaşamak mı denir?..
Bilmem, anlatabildim mi?..
Başarı mı?.. Ver otomobili, yap reklâmını!
l 2007 yılında Uğur Dersanesi’nde okuyan ve ÖSS’de birinci olan Çağrı Sert, 2008 yılında da FEM dershanesi öğrencisi olarak sınava girmiş ve ikinci olmuştu.
Çağrı Sert, “Boğaziçi’nde okurken neden tekrar sınava girdiniz” sorusuna; “Okulumdan memnunum. Uğur Dershanesi, vereceğini söylediği ödüllerin onda birini bile vermedi. Ben de başka bir dershaneye kayıt yaptırıp sınava girdim” şeklinde cevap vermişti.
l ABD’deki Princeton’ın öğrencisi Çağrı Berk Onuk da; ilginç açıklamalar yapmıştı.
ÖSS’de 2007 yılının Eşit Ağırlık 2 ve Sözel 2 bölümünün birincisi olan Çağrı Berk Onuk, 2007’deki dershanesinin laptop teklifini reddetmiş, 2008’de şampiyonluk durumunda otomobil vaat eden dershane ile anlaşarak sınava girip şampiyon olmuştu. Onuk, tekrar sınava girişini, “Geçen sene gittiğim dersane sözünü tutmadı, istediklerimi alamadım. Birinci oldum. Dersanemden bana Citroen C-4 marka otomobil alacakları bildirildi. Ben de otomatik vitesli olmasını istedim” demişti.
l 2007 yılının EA ikincisi Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Murat Ahıskalı ise 2008’deki FEM Dershanesi’ndeki öğrenciliğiyle, Sözel 2’deki üçüncülüğünü hatırlatanlara, “Geçen sene bir otomobile eş değer bir para ödülü verdiler. Bu sene de verirler herhalde” demişti.
Durum bu… Yorum sizin!..
Hasan ağabeyciğim, nerede olacaklar kapı deliklerinden bakıyorlardı. Ortalık sakinleşip, sular durulduktan sonra var mı bana yan bakan diyorlardı.