Magazinciler Gecesi Ödül töreninde yaşananların ardından Ertuğrul Özkök’ün yazısını gören Ahmet Kaya “ipimi çektiler” demiş. Ve ardından yurtdışına gitmeyi kafaya koymuş.
Cevat Korkmaz eski bir gazeteci. Şimdi işadamı… 1987 yılında Diyarbakır’da Ahmet Kaya’yla tanıştı. Dostlukları Ahmet Kaya’nın ölümüne kadar sürdü. En yakın arkadaşıydı. Ölümünün 14. yılında Muhsin Kızılkaya Cevat Korkmaz’la bir söyleşi yaparak Ahmet Kaya’yı konuştu. Daha doğrusu Ahmet Kaya’nın hikayesini Cevat Korkmaz’ın ağzından okurlarıyla paylaştı.
Ahmet Kaya’nın son dönemlerinde 120 kiloya kadar çıkması ve yemek yemeye düşmesini Cevat Korkmaz “Yiyerek ölenlerin romanını yazdı” diyerek anlatıyor. Magazinciler Gecesi Ödül töreninde yaşananların ardından Ertuğrul Özkök’ün yazısını gören Ahmet Kaya “ipimi çektiler” demiş. Ve ardından yurtdışına gitmeyi kafaya koymuş.
İşte o söyleşiden çarpıcı başlıklar:
Ahmet’in magazinciler gecesine gideceğini biliyor muydun?
Biliyordum.
Sen niye gitmedin onunla?
O gece benim erteleyemeyeceğim önemli bir işim vardı, gidemedim.
Diyorlar ki: “Ahmet kendisine ayrılan masanın yerini beğenmeyince o fevri konuşmayı yaptı.” Bunun gerçeklik payı nedir?
Külliyen yalan. Ahmet öyle biri değildi. Ahmet o tür gecelerden sıkılan birisiydi. Çok heyecanlı biriydi ama bilinçli olarak hiçbir fevri davranışta bulunmazdı. O gece, o lafı söylemesi gerektiğini düşünmüş ve çıkıp söylemiş. Bence o lafın bedelinin bu kadar ağır olacağını hiç tahmin etmedi.
Belli ki bir şeylere tepki duymuştu…
Öyle. O gece okuyacağını söylediği o Kürtçe parça, Suriyeli bir Kürt’ün, Hekim Sefkan’ın bir bestesiydi. Daha önce üzerinde çalışmıştı. Hatta o gece orada görmüş olduğu ilgi, iltifatlar bile onu o lafı söylemeye teşvik etmiş olabilir.
Senin olan bitenlerden ne zaman haberin oldu?
Olaydan bir gece sonra… Ben bir yerde yemekteydim. Gece onu aradım, cep telefonu kapalıydı. Hayatım boyunca onun numarasını unutmayacağım, 0532 213… kapalıydı. Yemekteyken telefon geldi bana, ikimizin sık sık kaldığı Rumeli Kavağın’daki evde bekliyordu beni. Başına bir bela geldiğini o anda anladım. Cuma günüydü, hafta sonunu o evde geçirdik. Pazartesi günü arabamla onu DGM’ye götürdüm.
Mahkemede ne oldu?
Hâkim tutuklama kararı verdi. Onu cezaevine götüreceklerdi. İkimiz yalnız gitmiştik, ne eşi, ne çocukları… Ben yıkıldım. Onu orada bıraktım, tek başıma mahkemeden çıkıp gittim, perişandım. İşyerime gittim, akşama doğru telefonum çaldı. Arayan oydu. Dedi ki: “Beni Ümraniye Cezaevi’nde senin hemşerilerin, Diyarbakırlıların koğuşuna aldılar. Beni çok iyi karşıladılar. Gülten çamaşır falan hazırlamış, git onları evden al, cezaevine getir.” Koşarak Etiler’deki evine gittim. Kapıyı çaldım, açtılar, bir de baktım ki mükellef bir sofra kurmuş, sofranın başında o, beni bekliyor. Meğerse tutukluluğuna itiraz edilmiş, itiraz kabul edilmiş, serbest bırakmışlar, bana sürpriz yapmış.
Ondan sonra ne oldu?
Bundan sonra yargılama süreci başladı. Etiler’deki evi terk etti, Levent’teki stüdyoya yerleşti. Stüdyoda da bir divan vardı. Demo’larını orada dolduruyor, orada yatıp orada kalkıyordu. İkimiz orada kalıyorduk. Divana o yatınca ben ayakta kalıyordum, ben yatınca o kalıyordu. Ben çekip gidiyordum, ben gitmeyeyim diye gidip bana şişme yatak aldı. Yatağı şişiriyorduk. O divanda, ben yatakta…
‘ÖZKÖK’ÜN ‘AYIP ETTİN GÖZÜM’ YAZISI İÇİN ‘İPİMİ ÇEKTİLER’ DEDİ’
Mahkeme süreci uzadıkça uzadı galiba…
Evet, süreç uzadıkça onun psikolojisi bozulmaya başladı. Tam o sırada Ertuğrul Özkök’ün “Ayıp ettin gözüm” yazısı çıktı… Bu yazı onun hayatında dönüm noktası oldu. “Bu yazıdan sonra artık hiçbir şey benim için eskisi gibi olamaz. Benim ipimi çektiler” dedi. O günden itibaren sürekli yurtdışına gitmeyi kurgulamaya başladı.
Nereye gidecekti?
Nereye gideceğini bilmiyordu. Önce Almanya’ya gitmeye karar verdi. Beni de beraberinden götürecekti. 15 bin Mark yatırdı, 1 haftada bana vize aldı. Stüdyoda kaldığı 3-4 aylık süre içinde, hiçbir arkadaşı onu aramadı. Sanki cüzamlı biriymiş gibi herkes ondan kaçıyordu. Yakın arkadaşlarından hiçbiri onu ziyaret etmedi. Sadece bir kez Suavi geldi ziyaretine. Hiçbir sanatçı arkadaşı ona destek ziyaretinde bulunmadı. Cenaze günü onun evinde gördüğüm hiçbir arkadaşı o dar günlerinde yanında olmadı. Öldükten sonra hepsi timsah gözyaşı dökmeye başladı.
Mahkemesine neden dostları gelmiyordu peki?
Herkes “Beni de ilişkilendirirlerse sonum olur” diye düşünmüş olmalı. Yargılamaları sürerken, bir celse hariç bütün duruşmalarına girdim. O yurtdışındaydı, eşi Gülten ile birlikte yalnız başımıza mahkemedeydik.
Gitmeye nasıl karar verdi?
Gideceğini ben de dahil olmak üzere hiç kimseye söylemedi. Eşiyle çok özel bir konuşma yapıp yapmadığını bilmiyorum ama sanırım gidişi eşi için de sürpriz oldu. Çünkü onun kafasında da gidip kalmak yoktu. Planlanmış bir dizi konser vardı. Onları yapıp gelecekti. Yurtdışına gittikten sonra, onu orada kalmaya ikna eden bir şey oldu. Telefonda bana şimdilik dönmeyi düşünmediğini söyledi. Henüz yerleşeceği ülkeyle ilgili kararını vermemişti. Sonra Fransa’yı daha çok yakıştırdı kendisine.
Kalp hastalığının geçmişi var mıydı?
Annesi ve babası kalpten gitmişti. Ailede vardı.
Buradayken hiç rahatsızlandı mı?
Sadece ben 5-6 kez onu hastaneye götürmüşüm. En son Ankara’da konser öncesi götürdüm onu. Bütün gün eli nabzında dolaşırdı. Annesi ve babasının akıbeti onda ciddi bir travma yaratmıştı. Rahmetli 1.70 boyundaydı, öldüğünde 120 kiloyu aşmıştı. Zaten sıkıntısını dağıtmak için çok içki içiyordu, günde 2-3 paket sigara bitiriyor, durmadan yemek yiyordu. Yemek yemiyor, intihar ediyordu. Rahmetli hep, “Bir gün bir roman yazalım, romanımızın adı ‘Yiyerek Ölenlerin Romanı’ olsun” derdi. Genetik kalp rahatsızlığı olmasa bile bu durum onu felakete götürmek için yeterliydi. Böyle bir yaşam biçiminin onu ölüme götüreceğini tahmin etmemesi mümkün değildi.
Şiirini bestelediği polis şefi Salih Güngör’ün yurtdışına kaçmasına yardım ettiğiyle ilgili bir efsane var. Gerçek mi bu?
Hayır, hayır. O gece beraberdik. Gece boyunca içtik. Sabah bir arkadaşımız onu havaalanına bırakmış, tarifeli Almanya uçağıyla gitti. Yurtdışına çıkma yasağı kaldırılmıştı, kalkınca gitme fikrini kafasında olgunlaştırmıştı.
Yani bu gidişin esrarengiz bir hikâyesi yok.
Hayır yok. Gidişini asıl tetikleyen şeyi söyleyeyim sana. Bir gece stüdyoda otururken birisi pencereye bir kurşun sıktı. Kurşun gelip rafa saplandı. Dışarı çıktık. İş kurşunlamaya vardığına göre bundan sonraki adım ne olur diye kaygılanmış olmalı.
‘YİYEREK ÖLENLERİN ROMANI’NI YAZDI’
Gitmeden önce burada günleri nasıl geçiyordu? Türkiye’de kaldığı dönem içinde kendisini içeri hapsetmiş, dışarı çıkmıyordu. Bir gün ben Kılıç Ali Paşa Hamamı’nı kapattım, onu oraya götürdüm. O meşum geceden sonra Türkiye’de kaldığı süre içinde tek sosyal aktivitesi bu hamam sefası oldu. Stüdyoda yatıp stüdyoda kalkıyordu. Durmadan yemek yapıyordu. Stüdyoda mangaldan bir döner makinesi yapmıştı. İlkeldi, altı pişince üstü pişmiyordu etin. Üstü pişmeyince tavada tekrar kızartıp yiyorduk. Paris’ten kaburga dolması istiyordu. Diyarbakırlı Selim Usta’da yaptırıyor, dondurup Gülten’e teslim ediyor, Gülten Paris’e kaburga dolması götürüyordu. Orada fırına atıyor, aynı seremoni ve aynı zafer narası: “Hahooo, hahooo, ziyafete bak!” Yiyerek Ölenlerin Romanı’nı orada yazmaya devam ediyordu.