Huzur Sokağı’nda karşılaşmak
Şule Yüksel Şenler’in romanı ‘Huzur Sokağı’, Türkiye’nin en çok izlenen, ‘ana akım’ televizyon kanallarının birisinde dizi halinde yayınlanmaya başladı. Başlar başlamaz da muhtelif ‘mahalle’lerde huzursuzluğa sebep oldu.
Her ne kadar şimdinin çok okumuş-yazmış, pek entelektüel Müslümanları, Huzur Sokağı’na salt roman tekniği açısından bakıp dudak bükse de, topunun bir ömürde vesile olabileceği hayra bu roman 70’lerden itibaren vesile olmuştu. Kendisine gittikçe yabancılaşan nesillerin yetiştiği bir dönemde Şule Hanım, hakikati en yüksek perdeden haykırabilmişti. Örneğin köyden kente göçen Müslüman ailelerde bile başörtüsü mesela düğünlerde gelinin takmaması gereken bir fazlalık olarak anlaşılmaya başlamışken, bu kendinden emin ve cesur çıkış Müslüman kadınlara ve ailelere sanıldığından da çok tesir etmişti.
Ancak bu romanın oluşturduğu etkide, müellifin öznelliğinin de oldukça büyük bir etkisi vardı. Şule Hanım, seküler bir ailede yetişmiş ve sonradan dindarlaşmıştı. Bu minvalde Huzur Sokağı, aslında her dönemde seküler-dindar diye ayrıştırılan kitleler açısından bir tür ‘karşılaşma’ya da vesile oldu, hâlâ oluyor. 70’lerde ‘Birleşen Yollar’ adıyla beyaz perdeye de uyarlanan roman, şimdiye kadar dindarlara ilişkin çizdiği portre üçkâğıtçı, sahtekâr imamlar ve şeyhlerden ibaret olan Yeşilçam için kırılma noktalarından birisiydi. Üstelik başrolünü Türkân Şoray gibi bir ‘star’ın oynaması, mezkûr karşılaşmayı daha da güçlü kılıyordu.
Şimdilerdeyse Huzur Sokağı, seküler merkez medyanın başat kanallarından birisinde yayınlanıyor. Muhtemelen oyuncusundan senaristine yedi göbek seküler ailelerde yetişenlerin çoğunlukta olduğu bir ekip, bu romanı beyaz ekrana taşıyor. Hayatı boyunca cenazelerde bile başını tam örtmeyen oyuncular, bu dizi için tesettüre giriyor. Hem de ne tesettür; Müslüman mahallelerde dolaşırken bile görmenin çok zor olduğu, omuzları ve göğüsleri itinayla kapatan estetik başörtüler… Sadece bu da değil. Bir kızdan hoşlandığını hissettiği için ‘Allah’ın beni nefsimle baş başa bırakma’ diye dua eden erkekler ve ‘Allah’ım, Bilal’i alnıma yaz’ diyerek gözyaşlarıyla dua eden kızlar…
Sizi bilmem ama ortalık insanların birbirini öldürmesini, kadınlara tecavüz edilmesini, vb. köpürterek ekrana yansıtan dizilerden geçilmezken, görebildiğim kadarıyla özüne sadık kalınarak televizyona uyarlanan Huzur Sokağı’nı izlemek bana iyi geldi.
Gelelim diziye ilişkin eleştirilere:
1. Başörtülüler melek, başı açıklar şeytan gibi yansıtılıyor: Hidayet romanlarında sıklıkla işlenen bu temanın Huzur Sokağı için geçerli olduğunu söylemek zor. Zira izleyiciyi en sinir eden karakterlerden birisini, Güven Hokna’nın müthiş oyunculuğuyla canlandırdığı ‘Saadet Abla’ karakteri oluşturuyor. Ayrıca Bilal’in kız kardeşinin ve Şükran’ın en yakın arkadaşının da başı açık olduğunu not düşmekte fayda var.
2. Müslümanlar zenginleşti, mücahid değil müteahit oldu: Bu tesbitte iki tür toptancılık mevcut. Birincisi Ak Parti iktidarında Müslümanların çoğunluğunun zengin olduğu ve ikincisi müteahit olanın mücahit olamayacağı… Konumuzla ilgisi olmadığından ikincisini şimdilik es geçelim ama Ak Parti iktidarıyla alt-orta sınıf Müslüman kalmadığı iddiasının neresinden tutalım bilemiyorum. Toplasanız sayısı yüz bini bulmayacak kadar insan sınıf atladı diye, alt-orta sınıf Müslümanların buharlaştığını düşünenler Nişantaşı cafelerinde biraz fazla vakit geçiriyorlar herhalde.
3. Kadınının hidayetine erkek vesile oluyor: Yine hidayet romanlarında sık görülen bu şablonun Huzur Sokağı’nda uygulandığını iddia etmek kolay değil. Zira Feyza’yı en çok etkileyen sokak sakinlerinden birisini ‘asil ve vakur’ olarak nitelediği Şükran oluşturuyor. Üstelik dizi üçüncü bölümünü yeni tamamlamış bulunuyor. Yani ‘faturayı kesmek’ için henüz vakit çok erken.
Ezcümle, Huzur Sokağı’na dair eleştirilmesi gereken pek çok nokta olabilir. Lâkin bunların hiçbirisi, esasında olumlu olan bir gelişmenin üzerini örtmek için kâfi olmasa gerek.
HİLAL KAPLAN/YENİ ŞAFAK