Türkiye’de 1960’dan bu yana yaşanan darbelerin hiç biri ABD’den habersiz ya da onaysız olmadı. 15 Temmuz da bunun bir istisnası gibi görünmüyor. Türkiye’nin darbeler tarihine ve bu müdahalelerde Amerika’nın parmak izlerine yakından baktık.
Türkiye’nin yakın siyasi tarihi bir darbeler tarihi olarak okunabilir. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980’de ordu ülke yönetimine el koydu, 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997’de ise dönemin hükümetleri istifaya zorlandı.
Türkiye’de ne darbeler ne de bunların ardındaki asıl aktörler gerçek anlamda araştırıldı.
ABD’nin Türkiye’deki askeri müdahalelerdeki rolünü resmi belgelere dayanarak ispatlamak imkansız ancak 1960, 1971, 1980 ve 1997 darbeleri öncesinde ve sonrasında Türkiye’deki politik değişiklikleri incelemek ortaya bir fotoğraf koyuyor.
27 Mayıs 1960
Demokrat Parti (DP) rüzgarının estiği 1950’li yıllarda, Türk Amerikan ilişkileri başlarda çok iyiydi. ABD bölgesel çıkarları için Türkiye’yi önemli bir müttefik olarak görüyordu. Sovyetler Birliği (SSCB) ve komünizm korkusu Türkiye’yi ABD’ye yaklaştırmıştı.
Ancak zamanla bazı sorunlar baş göstermeye başladı. ABD’nin Türkiye’ye verdiği yardım ve kredilerin nasıl kullanılacağı konusunda görüş ayrılığı vardı. Dönemin Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Melih Esenbel’e göre, ABD Türkiye’nin ithalatı kısıp kalkınma hızını düşürmesini istiyor, sanayileşmesine ve hatta inşa edilmesi planlanan yeni baraj projelerine karşı çıkıyordu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ise başlanan projeleri tamamlamak istiyordu.
Demirel hükümetinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e göre, haşhaş üretiminin yasaklanmasının reddi ve Amerikan üslerinin kullanımı ile NATO’ya ilişkin tartışmalardan endişe duyan ABD, hükümetin iç siyasî nedenlerle zayıflamasını fırsat bilerek düşüş sürecini hızlandırmıştı.
Sorun yaratan bir diğer konu da, haşhaş üretimiydi. ABD, Türkiye’den kaçak yollardan ülkesine sokulduğunu iddia ettiği haşhaş üretimini yasaklamasını istiyordu. Bu talep, 1959’da Washington’daki CENTO toplantısında Menderes’e iletildi, yanıt retti.
ABD’ye bağımlılığı azaltma girişimi ve bedeli
Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığını azaltmak üzere Menderes’in yapacağı Moskova ziyaretinin ABD’de rahatsızlık yarattığını anlatıyordu:
“En büyük hatamız, kayıtsız şartsız Amerika’ya tabi olmamız. … Adnan Bey ısrarlarım karşısında Sovyetlerle ekonomik alanda işbirliği yapılmasını ve Üçüncü Dünya ülkelerinin lideri durumunda bulunan Hindistan ile ilişki kurulmasını kabul etti. Ben de Başbakan Menderes’in Moskova’yı resmen ziyaret etmesi için gerekli girişimlerde bulundum. Bu girişimlerin özellikle Amerika’yı rahatsız ettiğini biliyorum.”
İç politikada açısından da zor günlerdi. Hükümet karşıtı gösteriler düzenleniyordu. Bu gösterilere Türkiye’deki ABD ve NATO kurumlarında çalışan muhalif subay ve memurlar da aktif biçimde katılıyordu. ABD bu kişilere engel olmadı, 5 Mart 1959 tarihli Türk-Amerikan Güvenlik Anlaşması’nın verdiği yetkiyi de kullanmadı. Bu anlaşmaya göre, “Türkiye’ye doğrudan veya dolaylı saldırı” durumunda ABD gerekli her türlü harekete girişecekti.
27 Mayıs’tan 18 gün önce, ABD’yi olağanüstü hallerde müdahaleye yetkili kılan başka bir anlaşma daha imzalandı. Fakat ABD’li yetkililer önceden haber almış olmalarına rağmen Menderes’e darbeyi ihbar etmediler, Türk hükümeti de ABD’den yardım talep edemedi.
27 Mayıs 1960’da TSK’dan bir grup subay yönetime el koydu, 1950’den beri görevde olan Demokrat Parti iktidarına son verildi. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edildi.
Albay Alparslan Türkeş darbe sabahı yaptığı açıklamada, askerî rejimin NATO ve CENTO’ya bağlı kalacağını vurguladı. Böylece Sovyetlere ve üçüncü dünya ülkelerine yakınlaşma için adım atmış Türkiye, Batı’ya olan bağımlılığını teyit etmiş oldu.
Darbeden iki ay sonra Türkiye’ye Jüpiter füzeleri yerleştirildi. Sovyet propagandası yapan radyo istasyonlarına karşı yeni radyo istasyonları kurulmaya başlandı. DP hükümeti döneminde kısıtlanan dış yardım ve krediler, darbe sonrası artarak devam etti. 27 Mayıs’tan sonraki altı ayda yapılan Amerikan yardımı 279 milyon doları buldu.
12 Mart 1971: Aynı senaryo
1960 darbesi sonrası ilişkilerdeki pozitif dönem çok sürmedi. ABD, 1962’de Sovyetlerle anlaşınca Küba’daki Sovyet füzelerine mukabil Türkiye’deki Jüpiter füzelerini kaldırdı.
1964’te artık Kıbrıs krizi gündemdeydi. Dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği bir mektupta Kıbrıs’a bir müdahale söz konusu olursa, ABD’nin ve NATO’nun Türkiye’yi savunamayabileceğini ima etti. İlişkiler gerilmeye başladı.
ABD yine haşhaş üretiminin yasaklanmasını istiyor, Türkiye aynı yanıtı veriyordu.
Ekonomik gelişmeler 27 Mayıs darbesi öncesini hatırlatıyordu. Türkiye yine sanayileşme teşebbüslerine yönelmişti, Boğaziçi Köprüsü, Ereğli Demir Çelik İşletmeleri, Keban Barajı gibi büyük projeler bu yıllarda hayata geçti. Fakat Batı bu teşebbüslere sıcak bakmadı. Yatırımların tamamlanması için gereken yardım SSCB’den sağlandı.
Sokaklar da 60 öncesini andırıyordu. Sol akımlar güçleniyordu, Türkiye İşçi Partisi meclise girmişti. Hem sol hem de sağ kesimlerde ABD’ye karşı olumsuz bakış gelişiyordu. Öğrenci eylemleri ve silahlı saldırılar artmıştı.
Demirel hükümeti, 12 Mart 1971’de bir TSK muhtırası ile istifa ettirildi.
Çağlayangil: ‘CIA altımızı oymuş, haberimiz olmamış’
Demirel hükümetinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e göre, haşhaş üretiminin yasaklanmasının reddi ve Amerikan üslerinin kullanımı ile NATO’ya ilişkin tartışmalardan endişe duyan ABD, hükümetin iç siyasî nedenlerle zayıflamasını fırsat bilerek düşüş sürecini hızlandırmıştı.
Çağlayangil daha sonra o dönem gazetecilik yapan İsmail Cem’e de aynı döneme ilişkin “CIA altımızı oymuş, haberimiz olmamış” demişti.
1979 İran İslam Devrimi ile ABD bölgedeki en önemli müttefiklerinden birini kaybetti. SSCB Afganistan’ı işgal etti. Yunanistan’da ise anti-Amerikan söylemleriyle PASOK iktidara gelmişti. ABD bir de Türkiye’nin kendisinden uzaklaşmasını kabul edemezdi.
12 Mart muhtırasında imzası olan Orgeneral Muhsin Batur Anılar ve Görüşler adlı kitabında, 12 Mart ortamının yaratılmasında CIA gibi dış faktörlerin etkisini şöyle anlatmıştı:
“12 Mart’tan sonra bazı siyasîlerimiz ve düşünürlerimiz olayın oluşumunda dış etkenlerin ve hatta CIA gibi dış örgütlerin, haşhaş gibi konuların rolünün olduğundan bahsettiler. … Bu yönlendirmede ajanlar, ajan provokatörler ve hepsinden önemlisi basın yayın yolu ile propaganda ve istenilen ortamın oluşması sağlanabilir. Bu elemanlar 12 Mart ortamının yaratılmasında kullanılmış olabilir”.
Peki 13 Mart 1971’den itibaren Türkiye’de neler değişti?
Türkiye’deki NATO karşıtı tutumlar sona erdi, solcular ve NATO muhalifleri bastırıldı. Haşhaş ekimi yasaklandı, kalkınma girişimleri yavaşlatıldı ve SSCB ile ilişkiler duraksadı. Öğrenci ve işçi eylemleri bastırıldı, Türkiye İşçi Partisi kapatıldı. 1960’ların ortasında başlayan “dengeli bağımlılık” girişimleri yerini ABD’nin yeniden nüfuz kazanmasına bıraktı.
12 Eylül 1980: ‘Bizim çocuklar yaptı’
Türkiye yine zor dönemlerden geçiyordu. 1974’te kurulan CHP – MSP koalisyon hükümeti haşhaş ekim yasağını kaldırmış, akabinde Kıbrıs’a müdahale edilmişti. Ankara ve Washington arasında yeniden kriz çanları çalıyordu.
ABD bu iki kararı gerekçe göstererek 1975-78 arası Türkiye’ye ambargo uyguladı. Türkiye ise Amerikan üslerini kapattı. Sovyetlere ve Orta Doğu ülkelerine yaklaşma çabaları başladı.
Ülke içerisinde de durum parlak değildi. 70’lerin sonlarında sağ-sol çatışmaları iyice tırmanmış, siyasî suikastler artmıştı, ülkede kaos ortamı hâkimdi. Maraş katliamı, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi vb. haberler her gün gazete manşetlerindeydi. Margarin, tüpgaz ve benzin kuyrukları hayatı daha da zorlaştırıyordu.
Yaşanan pek çok kanlı eylemin bilinçli olarak engellenmediği, hatta MİT ve CIA tarafından provoke edildiği iddiaları Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit tarafından da dile getirildi.
İran ve Afganistan etkisi
Uluslararası politikada da büyük değişimler vardı. 1979 İran İslam Devrimi ile ABD bölgedeki en önemli müttefiklerinden birini kaybetti. SSCB Afganistan’ı işgal etti. Yunanistan’da ise anti-Amerikan söylemleriyle PASOK iktidara gelmişti.
ABD için Yunanistan, Türkiye ve İran’ın Batı sistemi içinde tutulması elzemdi. Bunu sağlayabilmek için 1953’te İran’da Başbakan Musaddık’a karşı, 1967’de Yunanistan’da yapılan darbeleri destekleyen ABD Türkiye’nin kendinden uzaklaşmasını kabul edemezdi.
12 Eylül 1980’de TSK üçüncü kez yönetime el koydu. O sırada üç bin Amerikan askeri Anvil Express tatbikatı harekâtı için Trakya’daydı.
CIA’in Ankara şefi Paul Henze’in dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter’a darbeyi “bizim çocuklar yaptı” sözleriyle haber vermesi, ABD’nin 12 Eylül darbesiyle ilişkisi açısından en önemli kanıtlardan biri olarak değerlendirildi.
Bu konuda gizlilik derecesine sahip iken daha sonra tasnif dışı bırakılmış Amerikan belgelerinde yapılan son araştırmalar da, Washington’un doğrudan müdahil olmasa dahi 12 Eylül darbesini beklediğini, muhtemel aktörlerini tanıdığını ve darbenin gerçekleşmesini çıkarları açısından olumlu görerek engelleme ihtiyacı duymadığını ortaya koyuyor.
Başkan Carter, darbe sonrası memnundu:
12 Eylül’den önce Türkiye savunma anlamında kritik bir vaziyetteydi. SSCB’nin Afganistan’a müdahalesi ve İran’da Şah rejiminin devrilmesinden sonra Türkiye’ye istikrarı getiren bu hareket bizi oldukça rahatlattı.
ABD, önceki darbelerde olduğu gibi darbecilere karşı olumsuz bir tavır takınmadı. Darbe sonrası ABD’nin Türkiye’ye ekonomik ve askerî yardımları arttı. 1981’de Türkiye’ye yapılan Amerikan yardımı, 1974 Kıbrıs müdahalesinin öncesi ile karşılaştırıldığında dört kat artmıştı. Ecevit’e göre, yardım musluklarını ellerinde tutan bazı çevreler musluğu açmak için böyle bir durumu beklemişlerdi.
Darbe sonrası Türk-Amerikan Savunma Konseyi kuruldu, Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde askerî amaçlı havaalanlarının inşa edilmesini içeren bir mutabakat belgesi imzalandı.
1974 Kıbrıs müdahalesi sonrasında NATO’nun askerî kanadından çıkan ve daha sonra geri dönmek isteyen Yunanistan’a yönelik veto kararından da vazgeçildi. Böylece Türkiye, Yunanistan ve Batı ile ilişkilerinde çok önemli bir kozunu kaybetti.
Darbe sonrası ilişkiler
ABD Senatosu Askerî Komite Başkanı John Tower’a göre, 12 Eylül sonrası Türk-Amerikan ilişkileri en iyi dönemini yaşamaya başladı.
Türkiye’de neoliberal rüzgarlar eserken, ABD’nin istekleri birer birer gerçekleşiyordu. ABD’li ve çokuluslu şirketlerin baskısıyla tütün tekeli kaldırıldı, Demirel ve Ecevit daha önce bunu pek çok kez reddetmişti.
28 Şubat’tan sonra Türkiye, Batı ile olan stratejik ortaklığını ve küresel ekonomik sistemdeki yerini sürdürdü.
Okullarda din derslerinin öğretilmesi zorunlu hale geldi. Bu, ABD’nin komünizmle mücadele kapsamında dış politika hedeflerinin bir parçasıydı. ABD, Yeşil Kuşak projesi ile Türkiye’den Pakistan’a kadar bir ılımlı İslam kuşağı oluşturulmasını planlıyordu.
28 Şubat 1997: Post Modern darbe
1995 seçimlerinden Refah Partisi’nin (RP) galip gelmesi Türk-Amerikan ilişkilerinde ciddî bir kırılmayı da beraberinde getirdi.
Necmettin Erbakan, İslâmcı köklerden gelen siyasetçi olarak ilk kez Başbakan olmuştu.
Erbakan’ın ABD’yi rahatsız eden söylemleri
Erbakan Kuzey Irak’taki Kürtleri Saddam Hüseyin’in saldırılarından korumayı amaçlayan harekâtı eleştiriyor, İsrail karşıtı sözler sarf ediyordu. İslam dünyası ile dayanışma vurgusu, İran ve Libya’ya yaptığı yüksek profilli geziler, İran’la boru hattı inşa anlaşması imzalaması, Müslüman ülkeler arasında ekonomik işbirliğini öngören D-8 projesi, İslam Ülkeleri Ortak Pazarı, İslam Ülkeleri Ortak Savunma Sistemi, İslam Ülkeleri Ortak Para Birimi gibi söylemler Washington’da endişe yaratmıştı.
İç politikada da seküler elitler Erbakan’ın yükselişinden rahatsız ve kaygılıydı. Ordu, Basın ve yüksek yargı eliyle gerilim tırmandırıldı, büyük sermaye de buna destek verdi. 1997 yılı Şubat ayı başında Sincan’da tankların yürütülmesi ile başlayan süreç 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla hükümete karşı net bir tavra dönüştü. Erbakan 18 Haziran’da başbakanlıktan istifa etmek zorunda bırakıldı.
ABD RefahYol’un post-modern yollarla devrilmesinden memnundu. ANASOL-D Hükümeti’nin Başbakanı Mesut Yılmaz Aralık 1997’de Beyaz Saray’da ağırlandı. Aynı ay içinde İsrail’le de ilişkiler derinleşti, 48 F-5 savaş uçağının modernizasyonu İsrail’e ihale edildi.
28 Şubat’tan sonra Türkiye, Batı ile olan stratejik ortaklığını ve küresel ekonomik sistemdeki yerini sürdürdü.
Türkiye ABD’ye kayıtsız şartsız bağımlılığını sorgulamaya başladığı, dış politikasında farklı açılımlara yöneldiği, iç ve dış politikada bağımsızlaşma eğilimi gösterdiği her hamlede aynı tablo ile karşılaştı: Darbe…
AL JAZEERA TÜRK