Bu kavganın adı
Latif Erdoğan/Yeni Akit
Bizim kavgamız, iki doğrudan birini tercih ya da doğru ile en doğrudan birine meyil kavgası değildir. Bizim kavgamız kişiler arası anlaşmazlıkların doğurduğu sıradan bir kavga değildir. Fethullah Gülen- Recep Tayyip Erdoğan kavgası hiç değildir. Cemaat- Hükümet kavgası da değildir. Bizim kavgamızın gerekçesi ontolojik temeli olan bir kavgadır. Yani bizim kavgamız hak ile batılın ebedi kavgasıdır.
Son on beş senedir, özellikle Fethullah Gülen’in Amerika’ya gidişinden sonra, Cemaatin dış güçler tarafından kuşatıldığı hissedilmekteydi. Bu kuşatılmaya itikadi ve ameli inhirafların çanak tuttuğu da bir gerçektir. Ne ki, kendi açımdan ben, Fethullah Gülen’i böylesi bir kuşatılmışlıktan beri kabul ettim; ya da kendi temennilerimin zorladığı tevillerle bunun böyle olmasını düşledim. Fakat, beddua olayı gözümüzdeki perdeyi kaldırarak bizi gerçeğin kendisiyle yüzleştirdi. Günümüze uzayan çizgideki bütün atraksiyonlar, Soma faciasını istismar dahil, yüzleştiğimiz gerçeğin somut delilleri halinde sökün edip üzerimize üşüştü. Özellikle seçimlerde sergilenen davranış bozukluğu yanlış algılamaya mahal sayılacak her şeyi sıfırladı. Artık karşımızda bir cemaat değil, o cemaati de menfur emellerine alet eden ve bütün bünyeyi sarmış bir paralel örgüt vardı. Batılın yanında saf tutmuş hatta batılın bizzat kendisi olmuş bir paralel örgüt.
Sonra bir daha gördük ki, bu şer topluluk, müttefiki olduğu bütün şer güçlerle birlikte sadece bizim hükümetimize, devletimize değil bütün ümmete yönelik yıkıcı planlar peşindedir. Sadık bir köle zihniyetiyle bağlı bulundukları dış mihrakların çıkarlarını her türlü değerin, her türlü hak ve hukukun önüne çekerek, ümmetin onlara olan desteğini ümmetin aleyhine kullanmaktadır. Doğrudan dıştan gelecek saldırıya karşı hazırlıklı olsa da ümmet bu içten gelen ihanete hazırlıklı da değildir. Bu da şartları zorlaştıran ayrı bir handikaptır.
Böylesi zorlu bir mücadelenin tek başına devlet müdahalesiyle aşılamayacağı ortadadır. Devletin bütün birim ve ünitelerinde mevzilenmiş bu şer güçle mücadeleye millet iradesi de doğrudan dahil edilmelidir. Ve katiyen rehavetin öldürücü atmosferine girilmeden mücadele azmi, mücadele kararı daim zinde tutulmalıdır.
Safları belirginleştirmeden, hak ya da batıldan taraf oluşu netleştirmeden bir mücadele azminin varlığından bahsedilemeyeceği de gayet açıktır. Nifakla eşdeğer “gel- git” yörüngeli hareketler başarıyı değil bozgunu tetikler. Onun için bu tip insanlardan, hangi sahada olursa olsun hakka taraftar safın temizlenmesi, az dahi olsa istikamete demir atmış alperen ruhlarla mücadelenin sürdürülmesi kaçınılmazdır.
Ve de bu mücadelenin motive gücü sadece Rıza-i İlahi ve sadece Hakka taraftarlık olmalı; niyet ve eylemler bize yaban olması gereken başkaca her türlü beklenti ve maksattan arındırılmalıdır. Şu gerçek asla unutulmamalıdır ki, dünyevi beklentilerin tümü mücadelede başarılı da olunsa bir çözülme gerekçesidir ve galibiyetleri yarını olmayan gizli mağlubiyetlerdir.
Batıl ittifakının ise zaten içi boştur. Zahirde bir topluluk gibi görünseler de kalpleri darmadağınıktır. Her biri sonuçtaki payını düşündüğünden ilk fırsatta müttefikini nasıl devre dışı bırakacağının hesabı peşindedir. Gayeye ulaştıklarında, rakiplerinden önce birbirlerini bitirip tüketecekleri ise kesin sonuçtur. Dolayısıyla batılın şer ve nifaka dayalı ittifakı bizi korkutmamalı; fakat düşmanı hafife almama gibi bir ihtiyata da sevk etmelidir.
Bizim öncelikli düşmanımız elbette küfr-ü mutlaktır ve bu düşmanımızla barışık olmamız mümkün değildir. Yaptıkları küfr-ü mutlak hesabına geçen masum görünümlü bütün çalışmalar da yine bizim düşman kabul etmemiz gereken faaliyetler kütüğüne kayıtlıdır; onlara karşı müsamahalı olmak gibi bir illetli halle malül olmamız da söz konusu olmamalıdır. Niyetimiz net, düşüncelerimiz açık, safımız da bellidir. Davamızın aslına ve özüne sadakat adına, art niyetlilerin itham ve iftiralarını haklı çıkaracak yarım milimlik bir inhirafımız yoktur, olmamıştır ve inşallah olmayacaktır.
Şunu çok kesin ve net bir ifadeyle söylemek durumundayım ki, Türkiye gerçeği açısından bakıldığında, içinde pek çok statü ve hiyerarşik yapı barındıran cemaat olgusunun daha önce varlık gerekçesi kabul ettiği hiçbir olgunun bugün reel karşılığı yoktur. Çünkü bu olgular artık millete ve devlete mal olmuştur. Bu sebeple de yapay gerekçelerle bu tür yapılar ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Bu yanlış gayretkeşlikten vazgeçilerek söz konusu cemaat yapılanmaları gerçek hüviyetiyle sivil toplum kuruluşlarına dönüştürülmeli; ve topluca, meşrep ve meslekte değil ama maksatta birlikteliği temin edecek geniş yelpazeli bir “hareket”e geçilmelidir.