17 Aralık operasyonunun ardından toplumda Fetullah Gülen Cemaati’nin değişen algısını İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr Fahrettin Altun değerlendirdi.
Türkiye’de filizlenip dünyanın dört bir yanına serpilen Cemaat’in imajı ”barışçı İslam” idi. Fakat kendi ülkesinde devletin kurumlarına sızarak elde ettikleri gücü ve istihbarat bilgilerini şantaj olarak kullanıp hükümeti düşürmeye çalışmalarından sonra Türkiye’de ve dünyadaki imajları tam tersine döndü. Barışcı İslam tanımlaması yerine siyasete müdahale eden, hükümet devirmeyi amaçlayan, istihbaratçı bir örgüt olarak anılmaya başlandı. Hepsinden önemlisi okullarının olduğu ülkelerde kendileri hakkında çok ciddi şüpheler oluştu ve ‘nasıl bu kadar radikalleştiler?’ soruları soruluyor.
Cemaatin imajı 17 Aralık operasyonu ile tamamen değişti ve insanlar bu örgütten çekinmeye başladılar. İstanbul Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr Fahrettin Altun, Gülen Hareketi’nin 17 Aralık sonrası değişen ve bozulan algısını Sabah.com.tr’ye değerlendirdi.
17 Aralık operasyonuyla birlikte Fetullah Gülen cemaati tartışma konusu oldu. Aslında tartışmanın nedeni operasyonların nedeni olarak da gözüktü. Bir STK olarak görünen cemaatin böyle operasyonlarla anılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
En hafif tarbirle tatsız olarak değerlendiriyorum. Cumhuriyetin kuruluşundan 2000’li yıllara kadar devlet, toplumun, sivil toplumun gerisinde kalmıştır. Güvenlikleştirici bir aygıt olarak hareket etmiştir devlet. Bunun karşısında özgürlük alanını açan temel güç ise sivil toplum olmuştur. Yani, özgürlükleri kısıtlayan, otoriter özellikleriyle öne çıkan bir devlet ve onun karşısında barışçıl araçları kullanarak örgütlenen bir sivil toplum. Aslında bakmayın, biz buna şimdilerde sivil toplum diyoruz. Bu sivil toplum dediğimiz kavramın sosyal alandaki karşılığını daha ziyade dini cemaatler oluşturmuştur. Bu cemaatlerin temel derdi, birey ve toplumların ahlaki açıdan arınmalarına katkıda bulunmak, sosyal yardımlaşma ağları oluşturmak oldu. Kelimenin tam anlamıyla sivil içerikli, hayır faaliyetlerde bulunmak. Bir tür hizmet faaliyeti.
Devlet zaman zaman bu faaliyetleri engellemeye çalıştı, değil mi?
Elbette. Bizim bugün Türkiye siyasi hayatının karanlık geçmişinden bahsetmemizin en önemli nedenlerinden biri budur. Devlet, sivil alanı baskılamaya çalışmıştır yıllar yılı. Göz açtırmamıştır tabiri caizse. Ya da şöyle söylemek lazım, göz açtırmamaya çalışmıştır. Fakat devletin disiplin yöntemleriyle sosyal hareketleri baskılamak kolay değildir. Bir de bakın, bahsettiğim toplumsal zeminin güçlü bir tarihsel geçmişi vardır. Sadece klasik dönem Osmanlı toplumundan bahsetmiyorum. Osmanlı modernleşme döneminde dahi bu sosyal alan dini cemaatlere açıktır. Osmanlı modernleşmesi, malum bir merkezileşme talebi olmakla birlikte elitlerle sınırlı bir süreçtir. Cumhuriyet bu anlamda bir Batılaşma sürecini halkın terbiye aracına dönüştürmüştür.
Cumhuriyetle birlikte tam bir kopuş yaşandı!
Cumhuriyet Osmanlı’dan ideolojik bir kopuş yaşamıştır doğru. Ama rejim değişimine rağmen, kültürel bir kopuş yaşanmamıştır. Bu zemine baktığımızda, ulus-devlet öncesinde kendi konvansiyonları, iletişim ağları, denetim mekanizmaları olan dini cemaatleri görüyoruz. Toplumsal alanın, gündelik hayatın her alanında varlık gösteren cemaatler bunlar. Kemalist rejimin uyguladığı müstebit politikalarla, tekke ve zaviyelerin kapatılması vb. politikalarla baskılanmaya çalışılmışlarsa da ayakta kalabilmişler, “hizmet faaliyeti”nde bulunabilmişlerdir.
CEMAAT SİYASİ MÜCADELE YAPIYOR
Bugün AK Parti iktidarında ne değişti? Bugün sivil toplumla devletin çatışmasından bahsedenler var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu süreci?
Doğrusunu isterseniz karşı karşıya kaldığımız gerilim ya da çatışmayı sivil toplum – devlet (yahut hükümet) çatışması olarak görmüyorum. Ortada net bir biçimde iktidar mücadelesi var. İktidar mücadelesinden kastım, iki eşit ve meşru aktörün siyasal alanda iktidarı bölüşmek yahut ele geçirmek için mücadele etmeleri değil. Bir tarafta meşru bir siyasal iktidar var. Devlet derken kendisine referansta bulunulan bu siyasi iktidar. Ve böyle olduğu için de ben hayatımda ilk kez, devletten yana tavır koyuyorum. Diğer tarafta ise, gayrı meşru araçları kullanarak meşru siyasal iktidarın iktidarını gaspetmeye çalışan bir güç var. Yani mesele, açıkça iktidarı arzulayan bir gücün “şimdi zamanıdır” diyerek bir hükümeti düşürme operasyonuna girişmesidir.
“SAİD NURSİ’NİN KİTAPLARINI DEVLET YAYIMLIYOR CEMAATİN UMURUNDA DEĞİL”
Bu durum, devletin gadrine yıllarca muhatap olmuş bir cemaat için meşru görülemez mi?
Devlet değiştikten, küçüldükten sonra bunun akla gelmesi kuşku uyandırıcı değil mi? Ülkenin ekonomik büyümesini, refah artışını, AK Parti’nin uyguladığı “hizmet siyaseti”ni geçtik. Allah aşkına Kürt meselesini çözme cesareti gösteren, bu noktada güçlü adımlar atan, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana karşımızda duran din-devlet gerilimini rehabilite eden bir hükümet iktidardayken bu faaliyetlerin yapılması akıl karı değil. Bu Türkiye tarihinde bir ilktir. Bakın, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerini basmaya başladığı bir dönemdeyiz. Bu sembolik kazanım, Gülen hareketinin umurunda değil.
“CEMAATİN 17 ARALIK OPERASYONU DİNDARLARI ZAN ALTINDA BIRAKMIŞTIR”
Siz, çeşitli yazılarınızda bu çatışmanın Gülen hareketine yaratacağı toplumsal maliyetlerden bahsediyorsunuz.
Evet, bu sürecin Gülen hareketine yaratacağı maliyetler çok büyük. Karşımızda nihayetinde toplumsal bir yapı var. Bu yapıyı oluşturan farklı düzey ve tabakalardan aktörler var. Bu sürecin bu aktörlerde yarattığı ve yaratacağı travma, hareketin ulusal ve uluslararası düzlemlerde yaşadığı algı kaybı vs. Bütün bunlar büyük maliyetler. Ama bakın bu sürecin maliyeti sadece Gülen hareketi ile sınırlı değil. Bu süreç Türkiye’nin toplumsal barışını zedelemiştir. Dahası, uzun mücadele ve uğraşlarla belirli bir noktaya gelen din-devlet ilişkilerinin yeniden güvenlikleştirilme riski ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki ve dünyadaki İslamofobikler, “bakın gördünüz mü, bu dinciler böyle” demeye başlamışlardır. Ülkedeki radikal laikler, Cumhuriyetin katı laiklik politikalarının niçin haklı olduğunu, neden dinin sadece bireysel alanla sınırlandırılması gerektiğini vurgulamaya başlamışlardır. Hayır, yıllar yılı “dini siyasete alet etmek”ten şikayet eden laik elitlerle aynı noktaya gelip, “evet bunlar dini gerçekten de siyasete alet ediyorlar” demek canımı sıkıyor. Açıkçası bu süreçte, bütün dindarlar zan altında kalmıştır. Gerçek manada toplumsal hizmeti esas alan dini hareketlerin varlık alanı daraltılmıştır. 17 Aralık, 25 Aralık operasyonları sadece siyasi maliyet üretmemiş, kültürel maliyetler de üretmiştir.
“CEMAAT ARTIK SİYASAL BİR HAREKETTİR”
Peki siz biraz önce “devletin disiplin yöntemleriyle sosyal hareketleri baskılamak kolay değil” dediniz. Aynı şey Gülen hareketi için de söylenemez mi?
Bakın, bu saatten sonra Gülen Hareketini bir toplumsal hareket olarak niteleme imkanımız yok. Bir siyasal harekettir Gülen Hareketi. Elbette bunda kriminalize edilecek bir şey yok. Ancak, sorun bir toplumsal hareket, bir cemaat olduğunu dahi yıllar yılı kabul etmeyip, gizlice bürokraside örgütlenip daha sonra bu örgütlenmenin imkanlarını kullanarak gayrı meşru bir siyasal kalkışmaya girişmesidir.
“KASET SİYASETİ YAPIYORLAR”
Gülen hareketi toplumsal beslenme kaynaklarını kısa vadede kaybetmiş, uzun vadede ise ciddi şekilde fakirleştirmiştir. Doğal toplumsal ve kültürel akışlardan beslenen toplumsal hareketleri yukarıdan aşağıya mühendislik projeleriyle baskılayamazsınız. Fakat bu durum, gizli kapalı bir istihbarat örgütü gibi algılanan bir yapı için söylenemez. Bakın, böyledir demiyorum. Gülen hareketinin medya yüzlerinin medyadaki performanslarına, hareketin önde gelen isimlerinin beyanlarına birtakım isnadlara binaen söylüyorum. Doğrusunu, yanlışını ben bilmem. Ben sosyologum. Toplumsal ve siyasal aktörlerin beyanları, sosyal alandaki performansları ve oluşan algılar üzerinden analiz yaparım. Bu yönüyle baktığımda “kaset siyaseti”ne bel bağlamış, “kapalı bir liderlik” yapısı olan bir yapı görünümünde.
Gülen hareketi ile ilgili değerlendirirsek, bugüne kadar daha öncesine gidersek 7 Şubat krizinden önce dindar, mütedeyyin, liberal, dünyaya açık, hümanist hatta liberal İslam gibi Türkiye’de ve dünyada böyle bir algı oluşturulmuştu. “Bunlar Terör=İslamcılardan değildir” diye böyle bir algı oluşturuldu. Kendileri bunla ilgili propaganda yaptılar. Peki, 7 Şubat ve 17 Aralık operasyonundan sonra dünyada Fetullah Gülen örgütü için aldı nasıl değişti?
”GÜLENCİLER NASIL BU KADAR RADİKALLEŞTİ”?
Bu algı da değişti tabii. Katıldığımız uluslararası toplantılarda bize yöneltilen en popüler sorulardan bir soru Gülen hareketinin nasıl bu denli radikalleşip, sertleşebildiği yönünde. Zira, kendisini küresel bazda bir barış hareketi, barış elçisi gibi tanıtıp, ılımlı İslam’ın temsilcisi olarak yansıtan bir hareketin bu denli sert bir biçimde iktidar oyununa girmesi merakları celbediyor. Bu sadece merakla da kalmıyor elbette. Küresel networkleri olan bir hareketin, kendi ülkesinde “illegal yapılanma”, “parelel devlet” vb. sevimsiz kavramlarla anılması, söz konusu networklere zarar verecek bir durumdur. Kendi ülkesinde meşruiyet krizi yaşayan bir hareketin uluslararasılaşmasından bahsetmek, halen ulus-devlet temelli yürüyen küreselleşme ortamında hiç de gerçekçi olmayan bir hayal. Aslında hayaller iyidir. Bu, hayalin ötesinde bir propaganda unsuru.
Şunu söyleyebilir miyiz? Fetullah Gülen Hareketi bu kadar dünyaya bunu anlatırken kendisine sadece hizmete dönük bir operasyon yürüttüklerini düşünürlerken sonra ortaya çıkan konuşmalar, tartışmalar, ses kayıtları aslında müthiş bir hiyerarşik örgütlenmeden, istihbarattan, ekonomiden, bankadan ve medyadan oluşan büyük bir yapıyı denetleyen kontrol eden bir yapıya dönüşmüş oluyor. Dini alandan daha çok seküler denetleyen, kontrol eden bir yapıya dönüşmüş oluyor. Yani dini alandan daha çok dünyevi, seküler, iş dünyası, istihbarat gibi konuları ele alabilecek bir lidere mi dönüştü?
FRANKESTEiN SENDROMU
Bir dini hareketin sadece “dini alan”la, “uhrevi işler”le uğraşmasını beklemek doğru değil. Hele ki İslami orijini olan bir hareketten bahsediyorsak. Dünyevi alanda da örgütlenebilir. Ama buradaki temel mesele referansları ve bunu açık bir biçimde yapıp yapmadığı. Nihayetinde içinde yaşadığımız dönemde meşru siyaset demokratik bir siyaset alanında yapılıyor. Ve bunun birtakım gereklilikleri var. Bir de Gülen Cemaati, bir din aliminin dini otoritesi etrafında birleşmiş bir hareket değil. Etki etmeyi temel almış bir hareket. Bu etki de gündelik siyasete ve ekonomik akışlara ilişkin bir müdahale mahiyetinde. Söz konusu etkinin şiddeti ve gücü harekete tam anlamıyla bir Frankestein sendromu yaşattı. (sabah.com.tr)