Haksözhaber yazarı Kenan Alpay, son Kemalist darbe girişimi sürecinde oligarşinin değirmenine su taşıyan ve kendisini filozof olarak tanımlayan birine mercek tutmuş.
İşte o yazı:
(…)
Tutarsız Olduğu Kadar Arsız da!
Dücane Cündioğlu’nun edebi ve cerbezeli, cerbezeli olduğu kadar da tutarsız ve tuhaf “Taksim Manifestosu”; uzun yıllarını Kur’an’ı anlamaya vermiş, geleneksel ve modern tahrif çabalarına karşı da ciddi eserler vermiş bir aydının, gelip durduğu yer açısından sanki bir ibret vesikası.
Başörtüsü Risalesi ve Anlamın Buharlaşması gibi kitaplarıyla dini-siyasi ayrım dayatmalarına karşı, sağlam bir blokaj koymuş bir ismin gelip de konuşlanacağı yerin Hürriyet Gazetesi olması, nasıl olur da şaşırtmaz insanı? Üstelik de bu kişi, içinden “çıktığı kabuğu beğenmeyen kestane” misali, Hürriyet Gazetesi’ndeki yerinden, iktidar sınıfları adına siyaset yapıp, topluma nizamat vermeye kalkışıyorsa… Biz de Ahmet Kaya gibi mi desek acaba; “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça” ?!
Kaka Eylem(ci) ve Cici Eylem(ci)
Taksim Manifestosunda Cündioğlu’nun eylem ve direnişe güzellemeler döktürmesine bakıp da kimse onun ezelden beridir direnişlere omuz ve gönül verenlerden olduğunu sanmasın. Aksine o direnişe omuz vermek bir tarafa gönül dahi vermemiş hatta bununla da yetinmeyip direnişi hep küçük görmüş, alay etmiş biridir.
Bu konuya dair küçük bir hatırlatma yerinde olur sanırım. 28 Şubat sürecinin en azgın ve iğrenç dayatmalarına, üniversite önlerinde kitleler halinde karşı çıkıldığı dönemdi. 28 Şubat cuntacılarının, asker-sivil bütün birimleri seferber ederek başörtüsüne sistematik saldırılar düzenlediği bir vasatta Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi merkez kampüsün önünden öğrenciler büyük kitleler halinde Cerrahpaşa ve Çapa tıp fakültelerine kadar protesto yürüyüşleri yapıyordu.
Öğrenci kortejinin en önünde “Cuntaya Hayır, Eğitime Özgürlük” pankartı yer alıyordu. Hiçbir biçimde kırıp dökme, hakaret ve saldırı içermeyen eylemleriyle çevreden gelen alkış ve dualar eşliğinde başörtüsü yasağını protesto eden öğrenciler “Başörtüsü Müslüman Kadının Kimliğidir” pankart ve dövizleriyle haklı mücadelelerini diğer üniversite ve şehirlere taşıyorlardı. Hürriyet Gazetesi başta olmak üzere merkez ve sol-sosyalist yayın organları başörtülü öğrencileri karalamak ve itibarsızlaştırmak, askeri cuntacıları ve yasaklarını da meşrulaştırmak için her türlü psikolojik harp tekniğini devreye sokuyorlardı.
Mezkûr dönemde Yeni Şafak Gazetesi’nde yazan Cündioğlu ne yapıyor, yazıyor ve söylüyordu acaba? Mesela Beyazıt’ta veya başka bir mekânda zulme karşı direnen, Allah rızası için hakkı müdafaa eden kardeşlerinin mi yanında yer alıyordu? Bilebildiğim kadarıyla bu mücadelelerin verildiği mekânların yanından bile geçmezdi. “Ben özel bazı şartlar gereği zulme karşı mücadeleye destek verebilecek konumda değilim ama siz eksik kalmayın” türü tavsiyelerde mi bulunuyordu köşesinden? Maalesef buna da şahit olamadık.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesine kadar slogan ve pankartlarla yürüyen binlerce kardeşimize söylediği neydi? Şu: “Slogan atıp, pankart açıp protesto yürüyüşü yapacağınıza yakındaki filan türbeyi ziyaret edip dua etseydiniz daha makbul olurdu.” İşte adalet ve özgürlük mücadelesinden dahi habersiz, üstelik de bu kadar laubali ve lakayt bir aydındır kendisi.
Bu laubali ve lakaytlık halleri bu dönemden itibaren başlayan ve kustururcasına tekrar eden “reçel bile yapamazlar” yazılarıyla tam bir ukalalığa terfi etmişti. Mücadeleyi tahfif eden perspektif, zaman içinde özelde okuyan-mücadele eden ama en genelde, bütün kadınları tahfife dönüşmüştü.
Sonradan Görme’nin Verdiği Ders
Kabak çiçeği açıldı bir kere artık neler görürüz, neler işitiriz hep birlikte dikkat kesileceğiz. Ama sergilenen orijinal fikirlerden bir kaçına şöyle bir göz atalım dersek şunları hatırlatmakta fayda olur sanırım: Mesela “manifesto”nun bir yerinde geçen “Fransız devriminin insanlığa armağan ettiği ünlü üçleme” diye (s)atılan şu slogana bir bakalım. Cündioğlu’nun “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkelerini Fransız burjuva devriminin insanlığa hediyesi olarak pazarlaması sanki hiç tarih, özellikle de Peygamberler tarihi okumamış olduğunu hissettiriyor. İyi ama siz hiç siyasi tarih ve siyaset felsefesi de mi okumadınız beyefendi? Fransız İhtilali öncelikle ulus devlet ve ulus toplum olarak ve “devrim kendi evlatlarını yiyor” acı gerçeğini mümkün kılan giyotinlerle anılmıyor muydu esasen? Fransız İhtilalinin öz çocuğu olan ulus devlet ve ulus toplumun işgal ve sömürüyle yani emperyalizmle, aydınlanma ve ilerlemeyle yani seküler-tüketim toplumuyla doğrudan alakasını atlayıp da Türkiye’deki egemen sınıflar namına özgürlük-eşitlik ve kardeşlik üzerinden anılması doğrusu pek bir manidar olmuş.
Cündioğlu yazısında, bu ülkede sanki adalet arayışı tümüyle tamamlanmış da ihsanda bulunmaktan, daha önemlisi mevcut gerilimi aşmak için “memleket evlatlarının” karşısında merhametle geri adım atmaktan bahsediyor. Üstelik de “Türkiye halkının kültürel tercihlerini iktidar belirleyemez, hele hele yöneticilerin şahsi beğeni düzeyleri” gibi cümleler kurarak yaşanan onca zulmü ve faillerini görünmez kılma gayretiyle girişiyor bu davete.
Zannedersiniz ki Türkiye halkının sadece kültürüne değil kılık kıyafetinden ibadetine, ezanından siyasi tercihine, dilinden tarihine, alfabesinden takvimine kadar muhafazakâr (ya da İslamcı) bir vesayet hâkim olmuş veya olmak üzere. Bu ne çirkin ve ahlaksızca bir tasvirdir ki, Kemalist egemen sınıfların klasik kaos-çatışma ve ihtilal sürecini, siyasetin “sonu gelmez üslup hataları”na bağlayarak, şeytanın avukatlığı yapılmaktadır. Siz hangi ülke ve tarihten, hangi toplum ve siyasetten bahsediyorsunuz, diyesi geliyor insanın.
“Tanrı’nın şehre gelmesi, Tanrının çocukları” gibi şaşkınca metaforlar, ahmakça mecazlar veya tamamen batıni teşbihler güya dil-anlam, semantik vs. üzerine uzmanlaşmış bir zat tarafından seslendiriliyor. Bu şirk düzeyi zirve yapmış mantık ve söylemle önce “araftayım” rolleri kesilir, sonra da melankolik bir ruh haliyle egemen sınıfların bekası için seferber olunur elbet.
Bu seferberlik görev emri gereğince, topluma karşı Kemalizm’e intisap etmiş ulusalcı, liberal ve sol-sosyalist sınıflar eliyle organize edilen tertipleri, “Halk, bu kadar hızlı kalkınmak istemiyor. Biraz teenni, biraz özen, biraz sükûnet istiyor” şeklinde yorumladığınız görülüyor. Söyler misiniz, hangi halk hızlı kalkınmak istemiyor? Merak ettik doğrusu. TÜSİAD ve CHP’nin, Taraf ve Aydınlık’ın, BirGün ve Sözcü’nün, DİSK ve KESK ile TKP’nin temsil ettiği halk mı?!
Çoğunluğu Nişantaşı, Etiler, Moda, Cihangir, Ataköy, Bahçeşehir’de mukim “memleket evlatları” teenni ve sükûnet istiyordu da, cahil etnos/kütle’nin haberi olmamıştı öyle mi? Boyner Mağazaları, Garanti Bankası şubeleri, Koç Holding müesseseleri, beş yıldızlı otel zincirleri gibi daha birçok tatlı su kapitalistleri ile Kemalizm’in çiçek çocuklarının başat karakteri ezelden ebede teenni ve sükûnetti de bunu anlayıp anlatacak adam kıtlığı mı vardı memlekette? Eğer böyleyse bile tasalanmasınlar, artık yeni bir “transfer”leri daha oldu!
Bütün bu çelişkiler ve tutarsızlıklar bir yana, Kur’an mesajını keyfine göre, nefsine göre, istikbaldeki hesaplarına göre çarpıtmaktan imtina etmeli değil misin? İbrahim ve Yusuf (a.s.) kıssalarını açıkça çarpıtmalar, meselenin gelip dayanacağı yeri işaretliyor zaten. Âl-i İmran Suresinin açıkça savaş/harp halindeki Rasul ve ashabının arasındaki ilişkiyi niteleyen 159. ayet-i kerimesini, bağlamından koparıp, eğip bükmek, hayâ/utanma duygusundaki aşamaya/aşınmaya delalet etmektedir. Ne metinde ne de bağlamda “halk” ifadesi geçmektedir.
Allah yolunda ölmeyi ve öldürmeyi göze alarak sefere ve savaşa çıkan müminlere Allah Rasulünün yumuşak davranmasını ihtiva eden ayet-i kerimeyi Cündioğlu’nun getirip de bağladığı yeri daha iyi anlamak için iki çevriye de bakalım.
Cündioğlu’nun çevirisi şu: “Allah’tan bir rahmet ile HALKINA yumuşak davrandın, eğer sen katı yürekli bir nobran olsaydın, çevrendekiler elbette senin etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âl-i İmran, 159)
Ayetin doğru çevirisine gelecek olursak: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki sen ONLARA/ ÇEVRENDEKİ MÜ’MİNLERE yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyleyse onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a dayan; çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmran, 159)
“Halk” güzellemesi yani popülizm yapalım derken içine düşülen durum bu. Dansın yolunu açıp meşrulaştırmak için “raks eden gençler”, bar-meyhanenin yolunu açmak için Niyazi Mısri ve Neyzen Tevfik tavsiyeleri!? Tam burada, kendisinin Başörtüsü Risalesi kitabında yer alan, Farsça bir beyite yer vermek yerinde olur sanırım:
Korkarım ki Ka’be’ye varamayacaksın ey A’rabi!
Tuttuğun yol Türkistan’a giden yoldur.
Sonuç: Bir zamanlar, başörtülü kızların mücadelesi Cündioğlu tarafından bir hak ve özgürlük mücadelesi olarak değil, yüksek kariyer ve iyi bir koca bulma mücadelesi olarak okunuyordu hiç tereddütsüz. Bu sebeple bugün Taksim Gezi Parkı vesilesiyle kişilik, zekâ, zevk ve espri düzeylerini öve öve göklere çıkardığı, Tanrıyı Şehre Getiren çocukların milyonda biri olsun ilgiyi, sevgiyi ve saygıyı hiçbir zaman için görememişti başörtülü kızlar.
Küfürsüz, hakaretsiz, yakıp yıkmasız, sarhoşluk ve serkeşlik yapmaksızın, askeri cunta ve burjuva sınıfının hizmetine koşulmaksızın sergilenen onurlu direnişin değil de Taksim Gezi Parkı sakinlerinin yanında aranan izzet ve şerefin kaynağını bu zata hatırlatmaya gerek var mı sizce?
Bilineni bir kere daha hatırlatalım: Kur’an-ı Kerim’i bir sahih iman, salih amel ve güzel ahlak değil de salt bir bilgi kitabına dönüştüren üstelik de bu bilgiye sahip olmakla tekebbür edenleri bekleyen akıbet, hiç ama hiç hayırlı bir akıbet değildir. Çünkü en güzel akıbet takva sahiplerinindir. Sahip olduğu bilgi ve tecrübeyi egemen sınıfların çıkarları adına tasarruf edenlerin, Ertuğrul Özkök, Cem Boyner ve Rahmi Koç’la köşe kapmaca oynayanların “iyi” bir “gelecek”leri olsa bile “akıbet”lerinden korkulur…
KENAN ALPAY/HAKSÖZHABER
(…)
Fitne zamani tekerrür etmekte… kim kime hizmet ediyor belli degil. Artistik hareketler bunlar, jüride müslúmanlari göremiyorum yalniz. Müminler birbirlerinin velisidir.
siz bir zamanlar haklıydınız. haklı olmanın gölgesi üzerinizdeydi sizi tam göremedim fakat şimdi o gölge kalktı ben hala haklı olmanızdan başka bir şey göremiyorum. inanç bir yolculuktur ve bu yolculuk dünyada insan tarafından yapılır. tek bir grup bunu tek bir mahallede yapsaydı bunun adı yolculuk olmazdı. siz o mahallede sıkıştınız.
Yazarın 19. 01.2001 tarihli yenişafaktaki yazısı Kenan Bey’in iddia ettiği ‘duyarsızlık’ı çürütmekte diye düşünüyorum: “Marmara İlahiyat Fakültesi’nin önüne koydukları o yavrucakları soğuktan tir tir titreten zihniyetin, zaten başımızda bunca gaile varken bir de bu milletin birlik ve beraberlik hissiyatını rencide etmekteki ısrarlarını anlamakta güçlük çekiyorum; üstelik bu milletin sadakat duygusunu zayıflatmak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları halde gözümüzün içine baka baka “millet, devlet” edebiyatı yapmaları karşısında kahroluyorum.”
Öte yandan ‘reçel’ meselesi bir hakaret olarak anlaşılmak yerine modernliğin etkilerine işaret için kullanılmış bir istiare olarak tekrardan düşünülmeli,
Degerli Kardesim,
Tsk’ler elinizden geldigince Ducane’nin cephesini bize aktarmaya calismaniz icin de, “gezi’ci toplamalar’lara” methiye yagdirmasina dair acaba bir sozun de var miydi diye sormak istiyorum. Selametle.
Sizi bir yere kadar okuyabildim. Sonra en sonda ne diyor diye baktım. Aşağıdaki paragrafı yazmışsınız. Nasreddin hoca gibi arkamızdan ne geldiğini göremeden eşeğe ters binip gittiğimiz bu zaman denizinde ne ile karşılaşacağımızı bilemeden gittiğimizi düşündüm. Ve göremeden bilmeden, neye kapılıp gittiyseniz o rüzgarla verdiğiniz hükümleri görünce şaşırdım. Çünki iki kere ve birinde de isim vererek birilerine hayırlı olmyan akıbet tayin etmişsiniz. Kusura bakmayın da siz kimsiniz. Nasıl olur da böyle bir hüküm verme gücünü kendinizde görüyorsunuz. Biraz bilseniz, ya da biraz bilen biri hüküm vermekten kaçınır en azından utanır ya verirken kendine bakar vazgeçer. Hayırlı akıbet senin benim kararını verebeceğimiz birşey değil. Bir de bazı insanlardan bahsetmişsin. Bırak kardeşim, bırak… Kendine bak, herkes kendi rotasında ilerliyor, sana mı düştü.
Ha bir de söyleyeyim. Ben bu adamın bir kitabının arkasında yazdığı ve bana çok ters gelen bir şeyi ararken bu siteye girdim. Söyledikleri hiç de hoşuma gitmedi…
Son olarak söylediklerin bunlar. Bir daha oku, biraz dur, sonra kendine dön, dönecek başka bir yerin yok…
Bilineni bir kere daha hatırlatalım: Kur’an-ı Kerim’i bir sahih iman, salih amel ve güzel ahlak değil de salt bir bilgi kitabına dönüştüren üstelik de bu bilgiye sahip olmakla tekebbür edenleri bekleyen akıbet, hiç ama hiç hayırlı bir akıbet değildir. Çünkü en güzel akıbet takva sahiplerinindir. Sahip olduğu bilgi ve tecrübeyi egemen sınıfların çıkarları adına tasarruf edenlerin, Ertuğrul Özkök, Cem Boyner ve Rahmi Koç’la köşe kapmaca oynayanların “iyi” bir “gelecek”leri olsa bile “akıbet”lerinden korkulur…
beyinsiz baykuş sülalenin zekasını toplasan adamın topuna gelmez dücaneye laf ediyon adını mı duyurmak istiyorsun…
Sayin Alpay,
Icerigi boş bir yazı üzerine tek söz etmem de, bir düşünürün resmini edebe aykırı kelimlelerle karalamanıza yazmadan edemedim. Yazınız bir eleştiri yazısı olsaydı keşke, sadece nefretinizin okunduğu bu metni, üstünü karaladığınız resimle perçinlenmişsiniz. Merak ediyorum Tanrı’ya bunun hesabını nasıl vereceksiniz. Bütün insanlığı kucaklayan bir zihniyeti durduğunuz yerden anlamanız ise hemen hemen imkansız.
ilginçtir biraz ilim elde ettikçe itikatda eksilme oluyor. islami terimlerde bocalama başlıyor. seni bir yerlere getiren tarafdar okuyucularını terketmek gibi birşey. hürriyet okurları çok mu iyi anlayacak.. müslüman olmak iman etmek dünyalık işlerle anlaşılır gibi değil.