Sabah gazetesinde bugün Burhanettin Duran’ın “DAİŞ terör dalgasını durdurmanın çaresi” başlıklı yazısı şöyle:
Atatürk havalimanı Paris-Brüksel havalimanlarına yapılan türden bir saldırıya uğradı. Türkiye’de daha önce meydanlarda canlı bombalarını patlatan DAİŞ bu sefer havaalanı gibi kritik bir yere iyi organize olmuş bir timin eylemi ile saldırdı.
Ellerinde silahları olan 3 canlı bombanın amacı çok yüksek sivil ölümüyle dehşet yaratmaktı. Havalimanındaki güvenlik noktalarını geçebilselerdi kayıpların 4 ya da 5 kat daha fazla olması hedeflenmişti.
Irak- Suriye’deki varlığını esirlerin başlarını keserek dünyaya ilan eden DAİŞ şimdi de Türkiye’de mümkün olduğunca daha fazla sivil öldürmeyi hedefleyen bir terör dalgası oluşturmanın peşinde. Saldırının herkesi vuran ölümcül boyutu dünya kamuoyu tarafından bu defa çok net anlaşıldı. Birçok ülkede Türkiye ile dayanışma örnekleri gösterilirken liderlerin açıklamaları da oldukça sahiplenici bir tondaydı.
Nitekim duyulan kaygının sonucu olarak CIA Direktörü J. Brennan, DAİŞ’in bu tür saldırıları ABD’ye de yöneltebileceği uyarısında bulundu. Üç canlı bombanın Özbek, Dağıstanlı ve Kırgız olması da Rusya’nın bu terör dalgasından ne kadar ürkmesi gerektiğini gösteriyor.
Coğrafi yakınlıktan dolayı Türkiye’yi bir “cephe” ülkesine çeviren DAİŞ terör dalgasını engellemenin ilk adımı tespitleri doğru yapmak. Konu, spesifik “güvenlik ya da istihbarat zafiyetleri” tartışmasının ötesinde bir yerde.
DAİŞ sıradan bir radikal terör örgütü değil. Bir coğrafyayı elde tutmanın verdiği stratejik akıl ve kapasite ile davranıyor. Irak işgalinin yarattığı şiddet ortamından beslenen radikal selefi- harici bir ideoloji sahibi.
Şiddeti de Müslümanları bile rahatlıkla tekfir eden bir kibrin kesin inançlılığının uzantısı. Ancak asıl sorun yine de DAİŞ ile mücadelede yürütülen hatalı stratejide. Hatta bilinçli olarak uygulanan bir stratejinin bölgeyi ve Türkiye’yi derinden etkileyen tercihlerinde.
Evet, bugün Türkiye, ABD öncülüğündeki koalisyonun hatalı ama bilinçli DAİŞ ile mücadele stratejisinin ağır maliyeti ile yüzleşiyor.
Obama Yönetimi Suriye krizinin başından itibaren ABD için maliyeti düşük ancak bölge için yüksek olan bir yöntem izliyor. Bir yandan DAİŞ’i en büyük tehdit olarak niteliyor, diğer yandan kapsamlı bir mücadele yöntemi geliştirmiyor. DAİŞ ile mücadelenin kritik rolünü (kara savaşı) yerel aktörlere vermesinin tehlikeli sonuçlarını önemsemiyor.
Irak’ta Şii milisler ve Peşmerge, Suriye’de ise YPG-PYD gibi yerel aktörlerin DAİŞ’i geriletmesine dayalı yöntemin yeni çatışma konuları yaratmasını umursamamakla kalmıyor.
DAİŞ’le mücadelenin zamana yayılmış olmasının negatif etkilerini de bilinçli olarak ihmal ediyor. Yavaş yavaş geriletilen DAİŞ kendisiyle mücadele edenlere karşı intihar saldırıları planlama ve uygulama fırsatı buluyor. Elindeki toprakları korumak için sadece cephe savaşı vermiyor. Aynı zamanda savaşını, küçük organize timlerin yaptığı terör eylemleri ile “düşmanlarına” taşıyor. Coğrafi yakınlık ve son bir yıldaki etkin mücadelesi sebebiyle önce Türkiye’yi hedef alıyor.
Artık mesele, ABD’nin DAİŞ ile mücadele için kapsamlı bir stratejisi üretmemesi olmaktan çıktı. Bölge halklarının kayıplarını ihmal etmeyi “politika” sayan bilinçli tercih değişmek zorunda.
Güya DAİŞ “birinci küresel tehdit” durumunda… Halbuki bu örgüte karşı “ortak topyekûn ve sahici bir kampanya” yürütülmezse Türkiye’yi ve Avrupa başkentlerini vuracak terör dalgasını minimize etmek hiç de kolay olmayacak.
Türkiye’nin İsrail ve Rusya ile ilişkilerini normalleştirmesinin bu hedefi kolaylaştırması umulur. Yine de çözümün ilk adımı Washington’a DAİŞ politikasını değiştirmesi yönünde baskı yapılmasında vesselam.