Star gazetesinde bugün Ahmet Kekeç’in “Davutoğlu’nun çevresini niçin konuşmuyorsunuz?” başlıklı yazısı şöyle:
Şık bir çekilişle çekildi. Veda konuşması şahaneydi. Tertemiz bir Başbakanlık sergiledi. Gidenin arkasından kötü konuşulmaz.
Hepsi tamam da…
Başbakan’ın fahri danışmanı, “Davutoğlu’nun gidişine üzülmeyenler cahildir, eğitimsizdir, kentli değildir…” demeye getiren yazılar yazacak, bir tür “sınıfsal aşağılamada” bulunacak, gidenin arkasından mesnetsiz “başarı tabloları” çizecek ama sınıfsal aşağılamaya konu edilenler “Şu başarı tablosuna bir bakalım” demeyecek. Öyle mi? (Fahri danışman, Yılmaz Özdil’in açtığı kulvarda sağlam ve emin adımlarla ilerliyor. Cumhurbaşkanının danışmanları için de eşcinsel imasında bulunmuştu. “Bidon kafa”ya ulaşması yakındır.)
Bence de şık bir çekilişle çekildi. Veda konuşması şahaneydi. Tertemiz bir Başbakanlık sergiledi. Bugüne kadar hakkında hiç kötü konuşmadık. Bundan sonra da konuşmayız.
Fakat konuşmamız gereken konu şu:
Şık bir çekilişle çekilen ve kendisini “alacaklı” kılmak için uzlaşmacı ve yatıştırıcı bir dil kullanan Davutoğlu, gerçekten de uzlaşmacı ve yatıştırıcı mıydı?
Başbakanlığı döneminde işler nasıl yürüyordu?
Başarılı mıydı?
Evet, “uyumlu” görüntüsü vermek için olağanüstü bir çaba sarf ediyordu, Cumhurbaşkanı’nı üzmemeye çalışıyordu ama gerçekten de uyumlu muydu? Ya da nerelerde hata yaptı da Cumhurbaşkanı Erdoğan’da “Bu iş Ahmet Bey’le yürümüyor, herhalde yürümeyecek” duygusu oluşturdu?
Bunları konuşmamız gerekiyor.
Önce bir alıntı yapmak istiyorum. “Biz Erdoğan ile bir anlaşma yapmadık, biz Davutoğlu’nun Başbakanlığındaki Türk hükümeti ile anlaştık” diyen Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz’dan…
En sorunsuz ve steril yönetimlerde bile kriz çıkaracak nitelikteki açıklamasında şöyle diyordu Martin Schulz (Kurtuluş Tayiz’in köşesinden aynen aktarıyorum): “En ufak bir eleştiride büyükelçiye nota veren biriyle nasıl anlaşma yapılabilir? Politikacılar eleştiriyle yaşamalı, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı da buna dâhil. Başka bir ülkenin liderinin, karikatürize edildi diye, bizim demokrasimizdeki haklarımızı kısıtlama hakkı yoktur. Ne oluyoruz yani? Göçmenler konusunda, demokrasi olmayan bir yerle de anlaşma yapılabilir. Erdoğan’ı iyi tanırım. Açık konuşan biri ve açık konuşmaktan anlar. Ve şimdi ona şunu söylüyorum; Sevgili Erdoğan, bu kez bir adım fazla gittiniz. O kadar da değil… Eleştiri, demokrasi kültürünün temellerinden biridir.”
Schulz’u bu sözleri karşılıksız kaldı…
Başarı (göçmen anlaşmasını bir başarı olarak kabul edersek), devletin, yani Cumhurbaşkanı’nın rağmına gerçekleşmiş oldu. Hükümet cenahından, “Bu anlaşma Türkiye Cumhuriyeti devletiyle imzalanmıştır. Devletin başındaki kişiyi yok sayan, onu refüze eden bu açıklamayı hakaret kabul ederiz” şeklinde bir itiraz gelmedi.
Başarı Davutoğlu’na, çıkabilecek bir kriz de (peşinen) Erdoğan’a yazıldı.
Hatta öyle ki, bazı mahfillerden, “Davutoğlu yapıyor, Erdoğan bozuyor” şeklinde sesler bile yükselmeye başladı.
Mesela, vize anlaşması…
Hükümetin (yani Davutoğlu’nun) başarı hanesine yazılan bu anlaşmaya göre, Haziran ayından itibaren AB vizeleri kalkıyor, serbest dolaşım dönemi başlıyordu.
Bunun, “şartlı bir anlaşma” olduğunu kimseler gündeme getirmedi. Türkiye, terörle mücadele yasasını değiştirmeli ya da külliyen ortadan kaldırmalıydı, PKK’ya hareket alanı açmalıydı. Bu şartla vizeler kaldırılıyordu.
Buna, bir tek Cumhurbaşkanı itiraz etti…
Bütün başarıları Davutoğlu’na yazan çevrelere göre, Erdoğan bir kez daha işi bozmuş oldu.
Dokunulmazlıklar konusunda da aynı şeyler yaşandı.
Erdoğan, “Bu iş, terör suçlarıyla sınırlı tutulmalı. Elinizde, teröre bulaşanların dokunulmazlıklarını kaldıracak yeterli sayı var. Tüm fezlekelerin gündeme gelmesine gerek yok” diye itirazda bulunmasına rağmen, Davutoğlu rakiplerini köşeye sıkıştırabileceğini umarak (evet, iyi niyetle), “tüm dosyalar” dedi.
Davutoğlu’nun dediği oldu. Tüm dosyalar gündeme geldi. Ama bunun için anayasa değişikliği gerekiyordu. 276 “evet” oyuyla işi halletme fırsatını tepen AK Parti, dokunulmazlıkları kaldırabilmek için 367 evet oyuna ihtiyaç duydu. Ve bu iş, tabiri amiyane ile geberdi. HDP’ye ve CHP’ye şov yapma fırsatı bahşedilmiş oldu.
Uzlaşmacı ve yatıştırıcı dil… Tamam da…
İşler yürümüyordu.
Ekonomi kötü sinyaller veriyordu.
İstişare mekanizması işlemiyordu. (Hükümetin teşkili dâhil, hiçbir konuda MKYK’nın görüşü sorulmadı. Hep üç kişilik danışma heyetiyle istişare edildi.)
Paralel yapıyla gereğince mücadele edilmiyordu.
Devlet (atamaların yapılamaması yüzünden) tıkanma noktasına gelmişti.
Dahası, “yeni anayasa” konusunda adım atılmıyordu.
Hep Cumhurbaşkanı’nın çevresi konuşuluyordu; “seviyesiz” deniyordu, “liyakatsiz” deniyordu, “ak trol” deniyordu ama kendilerine “Davutoğlu’nun çevresi” süsü veren kesim (Ve Cumhurbaşkanına yakın kişileri “cehaletle” suçlayan fahri danışman) hiç gündeme getirilmiyordu.
Bunları da konuşmamız gerekiyor.
Uzlaşmacı ve yatıştırıcı dilin değerini teslim ederek, gideni hep teşekkürle anarak, incitmeden, karalamadan, aşağılamadan, suçlu aramadan, gereksiz duygusallıklar sergilemeden, “Midas’ın eşşek kulakları” şeklinde terbiyesizce yazılar yazmadan, bunları da konuşmamız gerekiyor.