Hababam Sınıfı’nın çuvallayanları
GÜRBÜZ ÖZALTINLI/SERBESTİYET
İnsan değişir de, bilmez nasıl değiştiğini.
Oldum olası, Hollywood’un drama reçetelerinden haz etmedim. İnceliksiz ve insana yabancı buldum. Misal; karakterlerin, “kötülükten” “iyiliğe” geçtiği; olayların etkisiyle aniden “aydınlandığı” sahneleri pek sever Amerikan ticari sineması.
Hikâye bir rutini anlatmakla başlar; olaylar birikir, karakterler belirginleşir ve biz yaşanmakta olan sorunu anlarız. Alkolizm, ölçüsü kaçmış bir bencillik, aşırı hırs, şiddet… Artık her neyse… Gerilim tırmanır ve o an gelir: Bardağı taşıran bir durum yaşanır ve çoğu kere mağdur veya dost bir karakterin etkileyici konuşmasıyla “kötü özne” hakikatle yüzleşir. Artık o değişmiştir…
Oysa hayat öyle mi?
Ne minör hayatlarımız içinde bizler, ne de karmaşık ilişkilerimiz üzerinden kavramsallaştırdığımız kurgusal bir varlık olarak “toplum” için, böyle işleyebilen bir “kendilik algısı” yok.
Peki, ne var?
Bu kazık soru karşısında müsaadenizle ben Orhan Veli’ye sığınırım.
“Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”
“Serbest çağrışım” mı desek, “sıçramalı savrulmalı düşünce” mi desek bilmiyorum; şiirden siyasete küt diye geçersek, toplumun “siyasal algıları”ndaki değişikliklerin de, Hollywood karakterlerinin berraklıklarından çok Orhan Veli’nin sisli puslu dünyasına benzediğini söyleyebiliriz.
Değişiyoruz ve bunu, içinden geçerken tam anlayamıyoruz.
Seçimler bende bu duyguyu yeniden yarattı. Seçim sonuçlarından bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın. Kimin kazandığından bağımsız olarak bizzat “seçim” dediğimiz olgunun, toplumun siyasi algısı üzerinde elde etmiş olduğu olağanüstü otoriteden söz ediyorum. Bu ülkede siyasal meşruiyetin; güçler dengesinde tayin edici son sözün adresi, tarihte hiçbir zaman bu netlikte “sandık” olmamıştı. İktidar bölünmüştü ve toplum bu değişmeyen güç paylaşımını kanıksamıştı. Hiçbir sandık “paşaları susturamamıştı”.
Bugün de iktidar parçalı. Bugün de –hem de yolsuzluklar gibi çok dokunulmaz bir silahla- bürokrasi ağırlıklı bir saldırı vardı hükümete. Ama farkında bile olmadan değişmişiz işte. Sandık öncesiyle sandık sonrası arasında iki farklı ülke var artık. Buna “Mahmut Hoca” etkisi diyebiliriz. Sıraların üstünde bağrışan, kavga kıyamet dağılmış Hababam Sınıfı’nın kapısı açıldı, içeriye elinde değnekle seçmen girdi.
Kanımca çok kötü yakalandılar…
Hayır “Şaban” ları kastetmiyorum. Halil Berktay’a haklı bir şaşkınlıkla “nelere inanıyorlar” dedirten, asparagas anketlerle heyecanlanan seçkin Şaban’larımız değil benim ilgimi çeken. Onlardan bir tanesi de abimle iddiaya girdi. Genç, heyecanlı, acayip temiz dünyalı, gözlerinden ideal fışkıran, hakikaten kıyamayacağınız TKP’li bir çocuk. Abimle sık görüşürler. Abim de Erdoğan muhalifi. Fakat 1965’den bu yana solculuk kavgasında ömür tüketmiş bir insan. Tecrübeli yani. Buz gibi gerçekçi. Kuzu gibi adamdır ama ortaya konan ödül çekici gelince, demek hiç olmayacak insanlar bile acımasızlaşıyorlar! Genç arkadaşı AKP’nin ikinci parti olacağını, Ankara ve İstanbul’u CHP’nin alacağını ve Erdoğan’ın istifa etmek zorunda kalacağını öne sürmüş. Abim şimdi, tamamı kitap almak için kullanılacak 1000 lira ve 2017 yılında Moskova’da “kutlanacak” Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümüne katılma masraflarını kazanmış durumda. Tabii ben de sordum sizin gibi Kök’e: “Moskova’da böyle bir kutlama mı yapılacakmış?” … “Bilmiyorum” dedi, “devlet değil ama nasılsa birileri çıkar kutlama yapacak; bütün komünistler de buharlaşmadı ya!”… Böyle iddiaların ödülleri de hep böyle mi olur bilemem… Fakat dediğim gibi Mahmut Hoca’ya yakalananlar bunlar değil.
Asıl yakalananlar hiç de Şaban masumiyeti yükleyemeyeceğim çevreler.
İsim isim sayılabilecek kadar da orta yerdeler. Dikkatinize küçük bir potpuri sunmak istiyorum.
“Gezi, Tayyip Erdoğan’ın anayasayı değiştirerek cumhurbaşkanı olabilme ihtimalini kararttı. 17 Aralık ise Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı hülyasını gömdü.
Bugünden bir yıl önce… ‘Türkiye 2023′ hedefine doğru ülkeyi yönetecek olması tartışılmaz haldeki kişi; şimdi artık ‘kaybetmiş’ ve ‘siyaset sahnesini ne zaman ve nasıl terk edeceği’ tartışılan bir kişiye dönüşmüş durumda.
…seçim sonuçları ne olursa olsun, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi yönetme yeteneğinin yok olacağı yönünde pek bir tereddüt yok.” (Cengiz Çandar: “Tayyip Erdoğan; yokuş aşağı, koşar adım” 19 Mart 2014)
“Öyle rivayet olunur: İnsan öldüğünü uzun süre anlayamazmış… Siyasî sonların idraki daha zor olmalı. Hüküm verilmiş, mesele bitmiş; zamanın tükenmesini bekleyin.” (Mümtaz’er Türköne: “Mesele bitmiştir!” 23 Mart 2014)
“Erdoğan, 30 Mart yerel seçimlerinde ne kadar oy alırsa alsın, bir gerçek değişmeyecek:
Erdoğan artık Türkiye’yi yönetemez! Üstüne çarpı işareti konmuştur.” (Hasan Cemal: “Erdoğan, şu oyu alsa ne olur, bu oyu alsa ne olur?” 29 Mart 2014)
Bu sözlerin sahipleri, abime “Moskova kutlamalarını” ısmarlamayı taahhüt eden saf genç arkadaşımıza benziyor mu? O, Berktay’ın “nelere inanıyorlar” sınıfından hoş bir çocuk. Bu değerli “demokratlarımız” ağız birliğiyle seçimleri daha yapılmadan “yok hükmünde” ilan ediyorlar. İşte asıl çuvallama ben buna derim. Şimdi kimin Cumhurbaşkanı olacağını tartışmakla meşguller: Abdullah Gül mü, Erdoğan mı?…
Elbette çuvallayan kadro bunlarla sınırlı değil. Tanıdık medya patronları… Köşelerine sinmiş “denge oyunlarıyla” oyalanırken 17 Aralık’la birlikte “işte şimdi kazandık” iştahıyla kalem kuşanan Coşkun yazarlar, müstafi yayın yönetmenleri… Eline tutuşturulan tapelerle kürsü kürsü dolaşan kaset başkanları… Kendisinin bu ülkeye bir armağan olduğuna inanan, “önce İstanbul sonra Türkiye” hayalleriyle yola koyulan yıvış yıvış popülist adaylar… Sahnenin arkasına dizilip görünmez olduklarını zanneden İstanbul baronları… Evet, bunların hepsi “büyük gücün” son sözü söylediğine inanıyorlardı. Sonuçtan çok emindiler. Sandık da neydi?
Onlara hatırlatmak gerekir.
Hayır, siz yanlış anlamadınız; yabancı diliniz yeterli. Size söylenenler yanlış çıktı.
Türkiye eski Türkiye değil.
Seçimler çok mühim artık. Bunu büyük patrona anlatın.