Yeni Şafak gazetesinde Yasin Aktay’ın “Beşiktaş ve Kayseri bombaları müttefikimizden” başlıklı yazısı şöyle:
Türkiye’ye karşı 2012 yılının Şubat ayından itibaren başlamış olan, bilahare Gezi, 17 Aralık ve Kobani ile devam eden işgal ve teslim alma girişimleri 15 Temmuz’da hiç kuşkusuz en cüretkar denemesini yapmış ve bütün maskelerini de düşürmüştü. Darbe başarılı olamayınca olayın gerçek failleri yüzlerini bir telaşla kapatmaya çalıştılar ama artık enselenmişlerdi.
15 Temmuz, daha önceki bütün teşebbüslerin aynı darbenin öncüleri olduğunu, arkasındaki güçlerle birlikte ortaya çıkarmış oluyordu. Nasıl olsa darbe gerçekleşse bütün gerçekler muzaffer bir kurtarıcı mitosuyla başarılı bir biçimde gölgelenmiş olacaktı. Başarılı darbenin failleri kahraman olur ama başarısız olanın faillerinin hain muamelesi görmesi mukadder. Bu darbe girişiminin farkı, daha önceki bütün faili meçhul darbelerin faillerini de, azmettiricilerini de çırılçıplak ortaya çıkarmış olmasıydı.
Yine de maskeleri düşmüş olsa da o darbecilerin, işgalcilerin, Türkiye’yi teslim almaya çalışan mihrakların pes etmediklerini görüyoruz. Hızla toparlanıp yeni hamlelerini yapmaya devam ediyorlar. Türkiye’ye karşı ekonomik hamleler, terör saldırıları asla bir birinden kopuk değil ve hepsi birden 15 Temmuz’un aydınlattığı ortamda çok daha net bir biçimde görülebiliyor.
Geçtiğimiz hafta maç sonrası Beşiktaş’ta düzenlenen saldırının ardından Cumartesi günü Kayseri’de yapılan saldırılar, adını koyalım, ABD’nin artık alenen desteklemekte olduğu PYD’nin Türkiye kolu PKK tarafından düzenlenmiştir. PKK bu ölçekteki saldırıların gerektirdiği terör know-how’ına, teknik becerisine, istihbarat altyapısına ve organizasyon kabiliyetine Suriye’de ABD subayları tarafından, güya DEAŞ’a karşı savaşmak üzere eğitildiği zamana kadar sahip değildi.
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu yeni terör dalgasının kaynağı Türkiye’nin içi değil, bizatihi ABD kontrolündeki Suriye bölgeleridir. Ve zaman bandını geriye sarıp 15 Temmuz’a gidersek, o gece işler istedikleri gibi gitseydi, Suriye’nin o bölgeleri için öngörülen bütün planlar gerçekleşmiş, Akdeniz’e kadar uzanan bir PYD terör koridoru tamamlanmış olacaktı. Bunun Türkiye’ye doğrudan etkisi bölünme ve bir iç savaştan başkası değildi.
Bu gelişmenin Suriye içinde önemli bir aktör olarak bütün işleri içinden çıkılmaz hale getiren ABD’nin öngörüleri ve planları arasında olmadığına inanmamız beklenmesin.
Peki ABD NATO’daki ön önemli müttefikine bunu niye yapıyor? Dünyanın en güçlü ülkesinin aynı zamanda dünyanın en güvenilmez, kendi müttefiklerine en büyük zararı veren, onları karşı entrikalar çeviren bir ülkesi olmasının altında nasıl bir akıl yatıyor?
Kuşkusuz bu soru bir yandan ABD’nin müstakbel kayıplarına işaret edecektir hep, ama kaybetse de bunun bir mantığının olmadığını söylemek mümkün değil. Önce hedefini Esad’ı yıkmak olarak ilan etmiş olan ABD’nin birden bire karşısına DEAŞ çıkınca bütün hedefini revize edip ona odaklanacak kadar saf-keriz olduğunu herhalde kimse düşünemez. Üstelik yaptığı bütün işlerle bir yandan da DEAŞ’ın daha da palazlanmasının tek nedeni ve sorumlusu olması cabası.
SURİYE’DE MEZHEP SAVAŞI YOK, İŞGALCİ GÜÇLERİN VEKALET SAVAŞI VAR
Geçtiğimiz hafta içinde, Halep’te kıyametler koparken, bir süre önce DEAŞ’ın elinden güya güç bela kurtarılmış olan Palmira antik şehrinin tekrar DEAŞ tarafından bir mermi bile atılmadan üstelik bir sürü ağır silahla birlikte teslim alındığı haberini okuduk. Sadece bu alışveriş bile Esad-DAEŞ-ABD-PYD arasındaki kirli dansın bütün ayak oyunlarını ele veriyor.
Bütün planlarını müttefiklerinden bile gizlediğine göre, yaptıklarıyla düşman ilan ettiklerine hizmet edip, dost ilan ettiklerine sürekli oyun kuran bir ülke olarak ABD’nin bu yaptıklarından yine de mantıksal çıkarımlar yapmak mümkün.
ABD, Suriye’de herhangi bir tarafın kazanmasının kendisi için bir kayıp oluşturacağından hareket ediyor ve kendisi açısından en uygun çözümün herkesin birbirini yediği, katlettiği sürekli bir kaos durumu olduğunu değerlendiriyor. Hiç müdahale etmese, aslında Suriye’de çoktan bir çözüm noktasına ulaşılmış olacaktı. Ama ortaya çıkan bir çözüm ortamını bile kendi eliyle baltaladığının işaretleri çok. PYD’ye verdiği destekle hiç yoktan bir sorun kaynağı daha üretmiş oluyor. Aynı şekilde hiçbir tarafın tamamen yok olmamasını sağlayacak şekilde de oyuna müdahil oluyor. Buna DEAŞ da, Nusra da, ÖSO da dahil. Esad, Hizbullah ve Haşdiler de nasiplerini alıyor tabi.
Suriye’deki krizin bu kadar uzamasının sebebi sadece bu müdahalelerdir. ABD bir çözüm partneri değil bir sorun kaynağı.
Buna mukabil Suriye’de yaşananların bir iç savaş, hele bir mezhep savaşı olduğunu söylemek bu gerçeği örtbas etmenin bir yoludur. Suriye’de halkın kendi içinde durduk yerde birbiriyle yaptığı bir savaş yok. Bir mezhepler savaşı hiç yok. Ne yazık ki, başta kendi hukukunu, özgürlüğünü, onurunu arayan bir halkın devrim çabası vardı, ama bu çabaya karşı katil Esed’in yol açmasıyla Suriye bir süre sonra bölge dışından ülkelerin savaş alanı haline geldi. Bugün Suriye’de mezhepler değil, ABD, İran ve Rusya’nın işgal çabası, zalim bir diktatörün bir gün daha ayakta kalabilmek için bütün bir ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmesi ve bir halkın her şeye rağmen vatanını koruma mücadelesi var.
Mezhep mi? Savaşmak, ölmek ve işgal etmek için kimi hangi enerjiyle motive edecekler?…
Beşiktaş ve Kayseri saldırılarıyla Türkiye’yi de bu savaşlarının alanı haline getirmek istiyorlar. Alevi-Sünni, Türk-Kürt çatışmasının alevini yakmaya çalışıyorlar. Ama sıralı düzenini kaybetmiş eylemler bunlar. 15 Temmuz’da başaramadıklarını bu denemelerle başarmaları mümkün değil. Bu oyunun farkında olan ve bu oyunu boşa çıkaracak bir millet var Türkiye’de.