Basın özgürlüğü eleştirileri neden itibarsız
MARKAR ESAYAN
Geçen yazımda belirtmiştim; artık Montesqiueu’nün ima ettiği tarzda bir kuvvetler ayrılığı ilkesinin çok ötesine taşan bir hal aldı devlet yönetimi. Devletin nasıl sınırlanacağı, güçlü toplumsal sözleşmelerin –anayasaların- nasıl en ideal şekli ile yapılıp devlet aklına hâkim olacağı sürekli karşımıza dikiliyor. Özellikle merkezi yönetimi güçlü ülkelerde “Azınlık haklarının garantiye alınması, çoğunluğun azınlığa, azınlığın çoğunluğa tahakkümüne engel olunması, bu arada siyasetin etkinliğini yitirmemesi, şiddet kullanma tekeline sahip devletin dizginlenmesi, yolsuzlukların önüne geçilmesi, hükümetlerin özgürlükçü kanunlar yapmaya zorlanması” soru(n)ları her zaman gündemde.
İşte tam bu noktada, medya bu hayati eksiği bir “deus ex machina” gibi sahneye inerek doldurmaya aday oldu veya aday gösterildi. Dördüncü kuvvet olarak her şeyi yerli yerine oturtması murad edilen basına bir kutsal rol biçilmişti. Medya, demokrasinin “sandıktan ibaret olmaması” için iki seçim arasında toplumun taleplerini, şikâyetlerini hükümetlere, hükümetin plan ve uygulamalarını da kamuoyuna anlatacak, bu kritik boşluk böylece doldurulacaktı.
Bu kutsal görevin anlamlı olması için, basının tarafsız olması gerekiyordu. Tabii bu –en azından bizim ülkemizde– mümkün değildi. Medya, gerçekten “demokrasinin sandıktan ibaret olmamasını” sağladı; ama darbelere destek vererek… Tarafsız olma hali ise sadece bir temenniydi. Lakin medyanın ülkemizde bu kadar pespaye hale düşmesi de gerekmiyordu. Türkiye medyasında habercilik başarısı, daha çok sosyal-kültürel-şiddet ve çevre alanlarında gerçekleşti. Parlak istisnaları, bu sektörün en mağduru basın emekçilerini ise saygıyla anıyoruz.
Peki neden böyle oldu?
Türkiye’de basın, dünya ile de paylaştığımız iktidar-medya patronları ilişkisinin ötesinde sorunlara sahipti. Basın, 150 yıldır totaliter rejimin bir uzantısı olarak kurgulanmıştı. Abdülhamid’in jurnal devrinden başlatırsak, İttihatçıların, muhalif gazeteciler Hasan Fehmi ve Ahmet Samim’i katletmesi ile temeli atılan bir dizayndı bu. Gazetecilerin bağımsız olması ideali bir temenniden, ya da arada çıkan birkaç kahramanın yaptıklarından öteye gitmedi. Onlar da ibretlik olması için linç edildiler.
“Gazetecimizin” bilgi kaynakları –çoğunlukla birbiri ile rekabet halindeki– devletin türlü parçalarının istihbarat ağı veya diğer bürokratik kaynaklardı. Gazeteciliğin işlevi, siyasi, asker ve bürokratlarla kurduğu ilişkiler kananıyla edindiği, işlenmiş, seçilmiş “talimatlar” üzerinden kamu algısı yaratmaktan ibaretti. Bunun illaki bir bilgi içermesi bile gerekmiyordu. Amaca uygun senaryoların topluma gerçek olarak sunulması yeterliydi. Darbe yapılacaksa, bunu 28 Şubat’ta olduğu gibi medya iklimlendiriyordu. Gezi krizinde, sadece çığırtkanlıkla dindar bir hükümeti alaşağı etmek mümkün olmadı. Ama Erdoğan’ı diktatör olarak gösterme konusunda dış dünyada geniş ölçüde başarı kazanıldı. Anlaşıldığı üzere, ülkemizde gazetecilik ve köşe yazarlığı bir algı yaratma mühendisliği olmuştu. Bu güç, vesayete karşı demokrasiye destek verilen istisnai zamanlarda dahi, paradoksal olarak gazeteci ve yazarın gücünü arttırıyordu.
Gazete patronları, köşe yazarları ve gazeteciler, siyasetin her dönem değişmeyen doğal ortağı oldular. Geçmişte, hükümet düşürüp, hükümet kurmuşlar, karakter suikastları yapmışlar, patronlarının menfaati uğruna her türlü operasyonu gerçekleştirmişler ve mükâfatın göz kamaştırıcı olduğu kesin sonuçlar elde etmişlerdi. Medya siyasi manipülasyon üretim merkezi haline gelmişti.
Evet, medya-iktidar ilişkisi sorunluydu. Bugün de sorunlu. Ama AK Parti’nin geçmişte ve Gezi krizinde olduğu üzere, bu sistemin bizzat hedefinde olduğu da unutulmakta. Hükümet ara ara otoriter zihniyete doğru temayül gösterse de, devletin demokratikleşmesinde azımsanmayacak reformlar yaptı. Zaten AK Parti’nin en çok “Reformlara ara vermek” veya “Yeterince hızlı reform yapmamak” ile suçlanması bile, sorunların kaynağının hükümet olmadığı gibi, çözümün bir parçası olmaya daha yakın olduğunu kanıtlıyor. Bu tabloda, sorunu sadece ve sadece “bu” hükümetin döneminde başlayan “bu” hükümetin yanlışları düzeyine indirgemek, basın sorunumuzun da “algı yaratmaya” dönük kullanılması anlamını taşıyor. Eğer birtakım darbe sanıklarının veya neo-darbe heveslilerinin sadece gazetecilik yaptığını düşünüyorsanız, sorun yok. Ama o zaman da, hükümetin aynı mantıkla bu “gazeteci”leri hedef alması, normal bir hükümet tasarrufu sayılmalı.
Tabii, bu arada mümkün olduğu kadar işini iyi ve tarafsız yapmaya çalışan gazeteci ve yazarların, iki taraftan birisinin hışmına uğraması da söz konusu oluyor. Ama –büyük bir pişkinlikle– o gazetecileri sahiplenme şiddeti, o kişinin hangi kamptan algılandığı ve mağduriyetin o anki kullanım değerine göre değişiyor. Bunun simetrisinde, yeteneksiz gazeteci ve yazarlar da gazeteleri ile ilişkileri kesildiğinde birer demokrasi kahramanı olma fırsatını elde ediyorlar. İşsiz kalan köşe yazarı asla patronunu –nedense– eleştirmiyor. Hem patrondan yüklü bir “boşanma tazminatı” alıp, hem de demokrasi kahramanı olabilmek için hükümet topa tutuluyor; bu da basın özgürlüğü tartışması olarak pazarlanıyor.
Gazetecinin askerin ağzına bakmasıyla, siyasetçinin ağzına bakması arasında fark yok. Zaten eskiden askerin gözünün içine bakan gazeteci tipi, şimdi siyasinin göz bebeklerinden medet umuyor. Önemli olan iktidarda kimin olduğu. “Hükümet daha sorumlu” gerekçesi fiiliyatta pek geçerli değil; çünkü sorumluluk sahip olunan güçle orantılıdır. Geçmişin darbeleri ve Gezi krizinde ürettiği orantısız güç, hükümetin karşısında mevzilenen medyanın sorumluluğunun ölçüsünü veriyor. Sanırım bu sorumluluk azımsanacak gibi değil. Öyle ki, Gezi krizinde halk desteği ve güçlü bir lider söz konusu olmasaydı, bugün muhtemelen bir teknokrat geçiş hükümeti tarafından yönetiliyor olacaktık.
Eğer dert “Erdoğan’a vuracak” değerli bir kart yaratmak değil de, gerçekten medya özgürlüğü ise, konuyu bu bütünlükle ele almak, belki doğru bir başlangıç olabilir. Hükümeti eleştirdiği gibi, medyayı, kendisini, patronları kıyasıya eleştirmeyen, özeleştiri ve özür içermeyen bir tartışma itibarlı olmayı hak etmiyor.
Alıcısı da sadece kolonyal gözlüklü, operasyonel amaçlı ya da bilgisiz yerli ve yabancılar oluyor.