Bugün Milliyet’ten kovulduğu için “basın özgürlüğü kahramanı” pozların kesen Can Dündar’ın, 2001 yılında birçok meslektaşı Milliyet gazetesinden çıkarıldığında nasıl bir tavır takındığı Umur Talu’nun eski bir yazısıyla yeniden gündeme geldi. Talu, o dönemde neler yaşandığını ise 2008 yılında çalıştığı Sabah gazetesinde kaleme aldı.
Milliyet’le anlaşmış ve tek kelime etmemiş
Talu, 2001 yılında Bedri Koraman, Turhan Selçuk, Zeynep Oral, Duygu Asena, Doğan Heper, Yalçın Doğan, Şahin Alpay, Nilgün Cerrahoğlu ile birlikte kendisinin de Milliyet’ten atıldığını yazdı.
Bazı gazeteci arkadaşlarının kendilerini arayarak destekte bulunduğunu ancak o tarihte Sabah gazetesinde yazan Can Dündar ve Çetin Altan’ın ise tek kelime etmediğini belirten Talu, iki yazarın da aslında çoktan Milliyetle anlaştığını ve fırtınanın dinmesini beklediklerini kaydetti.
Talu, gazeteden kovulmalarıyla ilgili bir çok yazarın neden tek kelime edemediğini o gün asla anlayamadıklarını ifade ederek “Ama o gün, en azından bir gün bir kelime edebilmeyi kesin öğreniyorsunuz. Hep şu ukde: Dil tutulması olmasa belki akıl tutulması çok şiddetli olmaz! Hep de aynı hikaye: Gidenler, kalanların da diline vurulmuş zincirdir!” diye yazdı.
İşte Umur Talu’nun 9 Kasım 2008’de Sabah gazetesinde yazdığı o yazı:
(…)
Dipsiz hatıra
Hayatımın bu cins sıkı yüzleşmelerinden biriydi.
2001 idi. Bir başka 28 Şubat idi. Büyük medyanın şişirdiği koalisyon ile rant, hortum, kayırma ekonomisi balonu henüz patlamış idi.
İnsan tabii her yaşta böyle böyle de olgunlaşıyor.
O gün “Bizim gazete”den “çok sayıda yazar”ın da atılacağı bilgisi vardı.
Zannetmiştim ki, ben yokum; lakin bu durumda hangi sözlerle var olacağım? Kalınca ne diyeceğim? Gidenin bugün arkasından, yarın yüzüne karşı nasıl bakacağım?
O “çıkartma” sabahını, “Çıkartanlar”a seslenen “Başarılar dilerim” başlıklı yazıyla selamladım. Esas “çıkartılacak olanlar”ı selamladım.
Yazı “çöken, tükenen, kokan bir başarı sistemi” üstüneydi; “başarılıların çökerttiği toplumsal bina altında da önce (onlara göre) başarısızların kaldığı”na dairdi. Şöyle bitiyordu:
“Hani deprem biraz olsun uyandırmıştı ya, sizi, bizi…
İşte öyle.
Bu da deprem.
Ses verecek, ses arayacak, el verecek, el arayacak, son nefesler karışırken havanın ve yerin fırtınasına, daha çok nefes alıp vereceksiniz.
Her halk bir gün bir yol bulmuştur…
Her halk bir gün kendini bulmuştur.”
O sabah çıktığım mahkeme dönüşü, öğrendim ki, kendimi de selamlamışım! Atılmışım!
O gün, Bedri Koraman, Turhan Selçuk, Zeynep Oral, Duygu Asena, Doğan Heper, Yalçın Doğan, Şahin Alpay, Nilgün Cerrahoğlu da Milliyet’ten atılmıştı. Sonra başkaları atıldı ve “atılacak listesi”nde olup da son anda kalan da olmuştu.
Sessiz gemi
Sonra ertesi gün, daha ertesi, günlerce gün bakıyor, bekliyor, yol gözlüyorsunuz…
Gittiğiniz yerde “kalan” onca büyük (ve kimi “cesur”) gazeteciden, sevip saydığınızdan, kader ortaklığı yaptığınızdan “bir satır cesaret”.
Yok.
Benim gibi “problemler” için hadi neyse de, gazetenin köklerinden bir Bedri, bir Selçuk, bir Oral en azından selamlansın istiyorsunuz. Yok.
Elbette kimseye, hele şimdi hiç kırgın değilim, sonraki yıllar da öyle davranmadım ve artık hiç önemli değil… Ve “normal” de öylesi galiba!
Ama, o günün Milliyet “yazarları”; Melih Aşık, Hasan Cemal, Güneri Cıvaoğlu, Sami Kohen, (o günlerde dışarıdaki ilgilerini tabii unutmadığım Taha Akyol, Hasan Pulur, Güngör Uras), Meral Tamer, Osman Ulagay, Tuncay Özkan, (rahmetli Metin Toker), Fikret Bila, Derya Sazak… O sırada meğer Milliyet’le anlaşmış ama fırtına süresince bekleyen Sabah yazarları Çetin Altan, Can Dündar…
Böyle önemli isimler neden bu konuda bir kelime edememiştir, o gün asla anlayamıyorsunuz. Ama o gün, en azından bir gün bir kelime edebilmeyi kesin öğreniyorsunuz.
Hep şu ukde: Dil tutulması olmasa belki akıl tutulması çok şiddetli olmaz!
Hep de aynı hikaye: Gidenler, kalanların da diline vurulmuş zincirdir!
Mumun dibi
O yüzden;
Bunca yılda ne elim, ne dilim, ne kalbim her bir şeye yetişmemiş olsa da…
Şimdi “bizim grup”tan, tek tek tanımıyor, tanışmıyor olsam da, bildiğiniz “şöhret” sayılmasalar da, “sendikal gerekçe”yle “çıkarılan, ayırılan, ayrılan” gazetecilere “meslektaş” selamı gönderiyorum.
Tabii ki, burası gibi “en azından” toplu sözleşme masasına az yanaşmış olan dışında, kafadan sendikasız kocaman gruplarda, öyle birkaç kişi değil, sessiz, sedasız, protestosuz onar onar, ellişer ellişer atılanlara da.
“Demokrasi, hukuk, özgürlük, Anayasa” gibi aksesuarlarını “alttakiler” karşısında sık sık unutabilen tüm “büyükler”i de selamlarım!
Yine de, yanı başında yazarlar, takas odasında “15 muhabir filan” atılırken bir kelime etmemiş büyük ve cesur yazarları “unutmayan bir halk” olmaya devam! Devam ki, bir gün onları da susturanlar, yarın da aynen devam etsin.
(…)