Kemalizm, Baasçılık ve bir üzüntü..
Suriye devriminin Türkiye’ye etkisi hem iç hem dış politika bakımından giderek daha önemli hale geliyor.
Dünyanın gözü Türkiye’nin üstünde. Bizim gözümüz büyük partilerin liderlerinde, onların grup konuşmalarında ve medya açıklamalarında.
CHP lideri Kılıçdaroğlu, geçen hafta partisinin grubunda Suriye meselesini anlatmaya çalışırken partililere 1974 Kıbrıs çıkarmasının meşhur parolasıyla seslendi:
Ayşe tatile çıksın!
Anlamı şu:
“Biz iktidarda olsak tıpkı Kıbrıs’ta olduğu gibi, Ayşe tatile çıksın der işi bitirirdik.”
Özcesi, Suriye’yi işgal ederdik!
Ulusalcıların Kürt sorununda uzlaşma arayışları nedeniyle, Kılıçdaroğlu’na kazan kaldırdığı bir dönemde, Sayın Kılıçdaroğlu Suriye gerilimini fırsata çevirmeye ve kendisiyle ulusalcılar arasındaki buzları eritmeye çalışıyor anlaşılan.
CHP’nin Kürt politikasında yeni bir pozisyon arayışının ulusalcıları kızdırdığı ve hatta kamuoyu yoklamaları yaptırarak şu anda partinin yüzde 11’lere gerilediğini “tespit” edip bu sonucu Kılıçdaroğlu’nun önüne koydukları söyleniyor.
O yüzden Kılıçdaroğlu’nun işi gerçekten çok zor, çünkü değişim sürecinden ve demokratik ilerlemeden yana bir siyasetin mevcut CHP gerçeği bakımından ciddi bir bedeli var, ve böyle bir yeni siyasetin, ulusalcılardan onay ve oy alması çok zor görünüyor..
Suriye’deki gelişmelere nasıl bakmak gerekir?
Miadını doldurmuş bir parti ve ülkesini bir iç savaşın eşiğine getirmiş bir lider var ortada.
Halkına zulüm ederken dünyanın sessiz kalmasına alışmış, şimdi ise müttefiklerinin dahi onu taşıyamayacağı kadar eli halkının kanına bulaşmış bir diktatör..
O ve onun partisi ülke yönetiminden çekilmeden, Suriye halkı asla rahat etmeyecek ve
Suriye’de hiçbir şey değişmeyecektir..
Komşularla sıfır sorunu sık sık gündeme getirip, Türkiye’nin komşularıyla yaşadığı sorunları en üst düzeye tırmandırdığını iddia edenler, bence süreci doğru analiz edemiyorlar.
Bu hükümete ve Başbakan Erdoğan’a haksızlık yapıyorlar.
Kemalizm ve onun Arap versiyonu olan Baasçılık bugün tarihsel ve siyasi manada tasfiye oluyorsa, bu tasfiyede hem Erdoğan’ın hem hükümetin yaptığı tercihlerin büyük bir rolü ve önemi var.
Türkiye kendi Kemalizmini tasfiye eder, militarist modernleşme, güçlü bir demokrasi dalgasıyla tarihe karışırken, aynı Türkiye, Ortadoğu’daki Kemalizm’e yani Baasçılığa dost kalmaya nasıl devam edebilirdi?
Dost kalmak bir yana böyle bir dönemde tarafsız dahi kalabilir misiniz?
Medyanın belli kesimlerinin ve ulusalcıların hâlâ bu nostaljik dostluğun peşinde koşuyor olmasının sebeplerini anlamak o kadar zor değil. Neo-İttihatçılıktan ve Kemalizm’den beslenen ulusalcıların içerde ve dışarıda izledikleri politikayı bu bakımdan tutarlı buluyorum.
Ama sevgili Ahmet Altan gibi dostların son zamanlarda yazdığı yazılara anlam veremiyorum.
Sabah ilk işim Taraf’ı baştan sona okumaktır. İlk okuduğum yazı her zaman Ahmet Altan’ın yazısı olurdu. Olurdu diyorum çünkü epey zamandır Ahmet Altan’ın yazılarına sadece göz atıyorum. Çünkü kendisini tekrarlayan yazılar bunlar ve okunduktan sonra akılda işe yarar bir şey kalmıyor.
Bu hükümet ve Başbakan elbette eleştirilebilir. Nitekim bu fazlasıyla yapılıyor ve yapılmalıdır da.
Ama bazı tutumların ve yazıların bu eleştiri sınırını bir hayli aştığını, hükümete ve Başbakan’a yönelik siyasi bir tavra, hatta tavrın da ötesinde, bir paranoyaya, bir sendroma dönüştüğünü düşünüyorum.
Bu yüzden söylemek ve yazmak zorunda hissediyorum kendimi.
Ahmet Altan’ın son zamanlarda yazdığı yazılar iyi niyetli eleştiri yazıları olarak görülebilecek cinsten yazılar değil. Bu yazılar, üzülerek söylüyorum, Ancak Aydınlık ve Cumhuriyet gazetesinde okuyabileceğimiz ve ancak o gazetelerin okurlarının hoşlanabileceği nitelikte yazılar.
Erdoğan’ı Esat’a benzetmek, hükümeti devirme çağrıları yapmak, “barış olacak ama dikkat edin, bu başbakan barış olsa bile yarınlarda bize ve barışa ihanet edebilir, ona güvenilmez” manasına gelen tuhaf yazılar yazmak; Stratejik Derinlik gibi çok az kimseye nasip olabilecek bir kitaba imza atmış ve benim gözümde yeni Türk dış politikasını 21. yüzyılın ufukta beliren yepyeni parametrelerini hesaba katarak, akademik kariyeri ve bilgisiyle yeniden şekillendirmiş olan Davutoğlu’nu Osmanlılığı diriltmeye çalışan bir sadrazam olarak görmek ve göstermek insafla bağdaşmaz.
Sonra AK Parti’yi İttihat-Terakki’ye, Başbakan’ı Enver Paşa’ya benzetmek memleketin tarihçilerine ve tarihine, biraz ayıp kaçıyor doğrusu.
Neo-İttihatçılar silahlı kanat liderleri ve mütefekkirleriyle beraber şimdi Silivri’deler.
Onları orada tutan irade AK Parti’nin ve Başbakan Erdoğan’ın siyasi iradesinden başka bir şey değildir.
Ve eğer bu irade olmasaydı, bu irade, ülkenin en devrimci dinamiği olan İslami kesimle buluşmasaydı, bu buluşmaya güven duymasaydık, sahip olduğumuz bu düşüncelerle, hiçbirimiz bu ülkede kalmayı sürdüremezdik.
Neo-İttihatçılar yenilgiye uğramasa ve kafalarına koydukları planları hayata geçirebilselerdi, sanırım sevgili Ahmet Altan’da romanlarını çok uzak diyarlarda yazmak zorunda kalırdı.
Bu iradeden memnun olmayabilirsiniz, eleştirebilirsiniz, demokrasilerde bu çok normal.
Ahmet Altan da bu çerçevede AK Parti’nin ülkeyi felakete götürdüğüne inanabilir nitekim böyle yazıp duruyor bu inancının gereği olarak iktidarı devirmek için “muhalefet cephesine” çağrılar da yapabilir.
Ama bunu yapan bir Ahmet Altan, dünün Ahmet Altan’ı olarak kalamaz.
Kalmaması ona güven duymaya devam eden bizim gibi dostlarını da üzer.
Bu satırlar sadece ve sadece bu üzüntünün dostça dile gelmesi olarak okunmalıdır.
ORHAN MİROĞLU/TARAF