MEDYAGÜNDEM- Star gazetesinin manşetinde bugün Habertürk’ten Balçiçek İlter’in yazısı vardı. İlter Star için Kabataş’ta insanlıktan nasibini almamış hayvandan aşağı yaratıkların saldırısına uğrayan başörtülü anneyle görüşmesinin ayrıntılarını yazdı.
Kabataş’ta yaşanan olaya inanmayan soysuzları da susturacak yazısında İlter, yaşanan olayın görüntüleri olduğu notunu da düştü.
İşte o yazı:
(…)
Aslında bu biraz da zorunlu bir yazı…
Bir gün önce bir meslektaşım Ayşe Arman, Kabataş’ta tacize ve saldırıya uğrayan genç kadın hakkında benimle röportaj yapmak istemeseydi… Üstelik “röportajın röportajı olmaz, git mağdur olanla konuş” dememe rağmen, tam da yayın öncesi koşuşturması içinde telefonda yarım yamalak konuştuklarımızı dün köşesinde yazmasaydı… (Meğer o telefon kayda alınıyormuş da haberim yokmuş, orası ayrıca bir yazı konusudur, ama uzatmayacağım, sadece bana ders oldu!!) Bu yazıyı kaleme almazdım. Neden mi? Çünkü Kabataş’ta saldırıya uğrayan kadının beyanı ortada, suç duyurusu ortada, bir başka meslektaş, Elif Çakır ne düşündüğünü bütün kamuoyu ile paylaştı zaten, ben daha ne yazacağım?
Üstelik Ayşe Arman’ın ara başlık attığı ‘Balçiçek ikna olmuş’, ben de, biz de olaydan ikna olalım mantığını son derece hastalıklı bulmaktayım. Hiç kimsenin kimseyi ikna etme durumu yok kardeşim! Bir yerde başıma bir iş gelse, örneğin tecavüze uğrasam, başıma gelenlere inanmanız için acaba hangi karar mercilerini ikna etmem gerekecek? Üstelik inansanız ne yazar, inanmasanız ne…
Bu yüzden çok kıymetli buluyorum, Kabataş’taki olaydan, sonra örgütlenen kadın derneklerini, bildiriler yayınlayanlarını, kınayanlarını, ve o kadın için ellerinde pankartlarla yürüyenleri… Ve en çok da şu sözlerini…
“Bana ne söylediğini unutabilirim, bana ne yaptığını da unutabilirim ama bana kendimi nasıl hissettirdiğini asla unutamam”
***
Ben genç bir kadın tanıdım… İsmi Z.D falan değil.. Nedir o öyle, sanki suçluymuş gibi, saklanması gerekiyormuş gibi, damalıymış gibi…
İsmi Zehra… Çok güzel bir yüzü var. Gülümsese daha güzel olacak ama beraberken o ana sahip olma şansımız olmadı, bir ara belli belirsiz yüzünden bir tebessüm bulutu geçti, o da bebeğine bakarken…
16 Haziran’da, bir akşamüstü buluştuk. Öyle kolay olmadı buluşmak, ikna edilmesi zor oldu. Karşı taraftan birileri “Nasıl film karesi gibi, inandırıcı değil” diyorsa anlattıklarına, işte belki de ben de tam o mahallenin ortasından geliyordum. Başbakan’ın ötekileştirdiklerindendim. Yaşam tarzımla, giyinişimle…
Uzun uzun sohbet ettik… Öyle kolay olmuyor anlattırmak travma yaşamış birine detayları… Sorguya çeker gibi karşısına oturup ‘’Hadi anlat bakalım, neydi o eldivenliler, üstü çıplak adamlar, kim çekti niye çekti başörtünü, üzerine işediler mi?’’ demiyorsunuz…
Ayrıca kimsenin haddine mi bunu sormak?
Ben o gün Zehra’yla röportaj yapmadım, zaten yapsam nerede yazacağım? 28 Şubat’tan beri köşem yok, bilen bilir. Ben o gün yaşadığı tüm travmaya rağmen, yaşadıklarını cesurca anlatan bu genç kadını televizyona çıkması için ikna etmeye gittim. Arada bütün detayları anlattı, ne acayip bazen insan hiç tanımadığına daha çabuk dökülür. O zaman anladım kocasına, kayınpederine yüz yüze hiçbir şeyi anlatmadığını, anlatamadığını.
Ben cesur bir kadın tanıdım o gün…
Kalabalık bir grup tarafından darp edilen, tacize uğrayan, bebeği ve kendisi için ölümüne korkan, olur da şikayette bulunursa sokakta tekrar başına bir şey gelir mi kabusu gören…
Morluklarını da gördüm, ille de meraklıysanız, ama benim tanıklığıma ihtiyaç yok ki, raporu var zaten. Yaşadığı travmaya tanık oldum, konuşmasına, bana bakamayışına, olayı konuşurken bebeğini odada istemeyişine… Ellerini hiç bir yere koyamayışına… Geç gelen ama sonrasında hiç bitmeyen gözyaşlarına…
Kabuslarına, sütten kesilmesine değinmiyorum bile…
Ruhunda telafisi imkansız darbeler yaratmış bir şey yaşadı Zehra!
Hemen konuşamadı, neden sonra cesaretini topladı, ağzını açtı…
Başına gelmeyen kalmadı…
Kendi mahallesinde “neden konuştun?” baskılarına maruz kalmıştır belki, karşı mahalle hemen savcı rolüne büründü, hani kayıtlar? Hani adamların eşgali? Kendini bilmezlerin sonuncusu ise olup bitenleri lohusa sendromuna bağlama hadsizliği bile gösterdi. Onunla konuşup söylediklerini aktaranlar, yazanlar, üzerine yorum yapanlar aynı mahalleden olunca, zaten güvenilirlik de bitti, niyeyse…
O yüzden benim kefilliğime başvuruldu!
Ne acı…
Kimseye kefil olamam, bu tarz olaylarda biraz psikoloji eğitimi görmüş, biraz da kadın tacizlerinde bizzat çalışmış biri olarak, beyanı esas alırım.
Ama kimse Gezi’nin tamamına da kefil olamaz ki…
Gezi olaylarında şiddeti gördüm yaşadım, o gençlerin nasıl bir nefrete maruz kaldığına tanık oldum. Ama bu Zehra’nın yaşadıklarını değiştirmez… Gezi sürecinde çok insanlık suçu işlendi, canlar gitti, uzuvlar kaybedildi, insanların onurlarıyla horatça oynandı. Zehra’nın yaşadıkları bu insanlık ve nefret suçlarından biridir. Nokta!
Kimsenin kimseyi ikna etme durumu da yoktur!
***
Gelelim, mahallemin, gerçi ben mahallesizim ya, çok merak ettiği detaylara…
1- Zehra “eli eldivenli adamlar” demedi bana, bir adamın elinde deri eldiven vardı dedi.
2- İki ya da üç adamın üstünün çıplak olduğunu söyledi.
3- Kameraların bir çoğu tahrip edilmiş sadece bir tanesinden istenilen görüntüye ulaşılabilmiş, eşgaller inceleniyormuş.
4- Zehra’nın darp raporu da var, suç duyurusu da…
Dün bu yazıyı kaleme alacağımı söylemek için tekrar aradım. Tek bir cümleyi eklememi istedi: “Gezi için toplananların hepsi bana bunu yapanlar gibidir demedim, demem de, ama birileri de artık başıma gelenleri kınasın lanetlesin!”
***
Zehra’nın başına gelenler kadar olmasa da başka arkadaşlarım da çeşitli tacizlere uğradılar, köşelerinde ima ettiler, sosyal medyada yazdılar, televizyonda anlattılar. Gerçekten merak etseydiniz, bilirdiniz. Çok iyi bildiğiniz tanıdığınız isimler üstelik ama bana düşmez açıklamak. Zehra’yı televizyon konusunda tekrar ikna etmeye çalıştım, olmadı, kameralardan çekiniyor, oysa olup biteni bütün samimiyetiyle bir anlatsa…
Bu son cümleyi yazarken, vazgeçtim fikrimden, belki de haklı, belki de çıkıp anlatsa bile birileri ikna olmayacak ve yeni sorularla dikilecek karşısına… Sahi ne zaman böyle olduk biz? Karşıdakinin acısını bile sorgular olduk?
(…)