Yeni Şafak’ta bugün Salih Tuna’nın “Bi bırakmadınız ki bırakayım” başlıklı yazısı şöyle:
Dış politikadaki “restorasyonun” ardından, adı lazım değil birileri, “Erdoğan bizim dediğimiz noktaya geldi” diyor.
Bilmiyorlar; Sayın Erdoğan, geldiği siyasi çizgi gereği zaten hep o noktadaydı.
Sadece ve sadece kimi “refiklerini” satmadı.
Refikleri yanlış yapsa da en zor günlerinde onlara sahip çıktı. İşin özü budur, gerisi teferruattır.
Gel gör ki, refikleri ilk fırsatta Erdoğan’ı sattı.
Hem de ne satış. O düşük ahlaklı zavallıcığın “diktatör” şeklindeki çemkirmelerini içlerine sindirecek kadar.
Evet, Erdoğan hep o noktadaydı.
Biz de hep o noktadaydık. Yıllar yılı söylerim: Erdoğan’ı hangi siyasi gelenek ve hangi mana iklimi var etmişse bizi de aynı gelenek aynı mana iklimi var etti.
Arap Baharı’nın proje olduğunu söylediğimizde, “entegrist İslamcılar,” sosyal medyanın gücünü bilmediğimizi artık çağımızda facebook, twitter devrimleri falan olacağını söylüyorlardı.
Ne oldu?
Sisi gündüz gözüyle darbe yaparken, sivilleri alçakça katlederken o yere göğe sığdırmadığınız twitter, facebook nereye kaybolmuştu?
Uzun lafın kısası, İhvan-ı Müslimin Mısır’da tuzağa düşürüldü.
Sayın Erdoğan’ın, İhvan’a “laiklik” konusundaki o ikazı, aynı zamanda dünya konjonktürünü okumaya davetti, yazık ki, o heyulada hakkıyla anlaşılamadı.
Suriye’nin tuzak olduğunu da ilk günden beri yazdığımı bu köşenin müdavimleri bilirler.
Ayrıca, “aman kardeşlerim, mezhepçilik fitnesine düşmeyelim” diye çığlık attığım için hedef gösterildim.
O günlerde Erdoğan, Suriye’de tuzağı gördü ve frene bastı demiştim; çok şükür haklı çıktım.
Zira “dönemin başbakanı” olarak onca tazyike rağmen Suriye’ye savaş açmadığı artık Wikileaks belgeleriyle de sabit.
“Erdoğan’ın, Türk ordusunu, Suriye’de ‘süregelen karışıklığı’ neticelendirmek için kullanmak istememesine Obama’nın bozulduğunu” Dick Cheney’nin ulusal güvenlik danışmanı John Hannah “Foreign Policy” dergisinde açık seçik yazdı, daha ne olsun.
Rus uçağının düşürülmesi de bir tuzaktı.
Erdoğan’ın daha ilk günden, “Rus uçağı olduğunu bilmiyorduk” demekle kumpası deşifre etiğini bu köşecikte dercetmiştim. (28 Kasım 2015, Yeni Şafak)
Lakin ne “emri ben verdim” diyen refiklerini açığa düşürdü ne de kimi hassas dengeleri gözetmeyi ihmal etti.
Refiklerinin bir kısmı da son günlerde “üst akıl” kavramlaştırmasıyla akılları sıra dalga geçiyorlar.
ABD’den izinsiz maklube bile yiyemeyecek olanların, 17 – 25 Aralık darbe teşebbüsüne bulunmalarını hangi akılla izah ediyorlar, bilemiyorum.
“Üst akıl” malumunuz “dış güçler”in nokta atış mesabesindeki ifadesidir.
Hedefi de “The Cemaat”ti.
Salim arkadaşları şayet rahatsız eden buysa, söylenecek söz yok. Zaten hiçbir söz de bu saatten sonra böylesi bünyelerde dikiş tutmaz.
“Dikiş tutmaz” dedim de aklıma geldi şimdi; Cemil Çiçek, “ülkenin dikişlerini yıpratan konuşmalar yapıyoruz” deyince AKP’li fırıldaklar ve paralelci güruh pek hoşnut oldu.
Cemil Çiçek vaktiyle hangi üniversitede hangi konferansın tertiplenmesine karşı çıkmıştı da hangi liberal dikişleri yıpratmıştı, hatırlıyor mu acaba?
Sanırım, Hüseyin Çelik de hedefi malum olduğu için “dikiş” muhabbetini pek sevmiştir.
Ne ki, AKP Genel Başkan Yardımcısı olduğu yıllarda, 2011’de, “Kılıçdaroğlu mezhep dayanışması nedeniyle mi Suriye’ye sahip çıkıyor” diyerek nerdeyse memleketin mezhep dikişlerini kopartacaktı.
Ya sevgili Bülent Arınç?
Bir iki yıl evvel “kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak” dediğinde, modern ve laik yaşam tarzının tüm dikişlerini attırmıştı. Hatta Murat Belge, bu sözlerinin, “Orada burada kah kah gülen, serbest serbest hareket eden kadınları zapturapt altına alırız. İçkiyi yasaklarız. Hep beraber iftar ederiz…” anlamına geldiğini yazmıştı.
Cemil Çiçek’in mezkur ifadesini “dikiş bahane satış şahane” zannedenler ve paralelciler ve AKP’li fırıldaklar gerçekten de çok sevdi.
“İsrail’le bile barış yapıldı bizimle de yapılsın” diyenler de bu sözün arkasında adeta konvoy odular.
O kadar ki, “benim de dikişlerim söküldü beni de dikin” demedikleri kaldı.
Bana soracak olursanız, AKP’li fırıldaklar yerine, Ertuğrul Beyciğimin “dikilmesinden” yanayım.
Her şeyden evvel çok daha efektif…
Hem de çok hevesli. PR bakımından da çok daha yetenekli. AKP’li tüm fırıldakların yapacağını tek başına yapabilir.
Üstelik hem şaraptan, hem popüler kültürden, hem kadınlardan, hem de erkeklerden anlıyor.
Tamam, okuduğunu anlamakta sorunları var.
Şarlatan yerine şaklaban yazdığı için anlayış kapasitesini sorguladığımı sanıyor hâlâ.
Yazık, ama yapacak bir şey yok. Bu köşeciğin hacmi Ertuğrul Beyciğimin anlayacağı şekilde yazmama elvermez.
“Ses metaforunu”ndan da hiçbir şey anlamadığı besbelli. “O Ses Türkiye” şeklindeki espri denemesi de, hiç değilse, “Oses Çiğköfte” demesinden daha iyi. Gerçi en iyisi, hiç ironi girişiminde bulunmamasıydı, fakat bu da ondan çok şey istemek olurdu.
O sesin ne olduğunu ayrılırken yazacağım. Merak etmesin. Henüz vedadan önceki yazılar aşamasında olduğumu daha önce belirtmiştim. O ses gelirse haliyle yazmaya devam edeceğim. (Boşuna çok erken sevinmesin, buna da şimdiden hazırlıklı olsun.)
O değil de, Ertuğrul Beyciğim müthiş bir merakla, “AKP’li fırıldaklar kim?” diye soruyor.
Hakan Şükür biraderimiz de twitter üzerinde bu merakı paylaştığına göre şu kadarcığını söyleyeyim:
AKP’li fırıldaklar, Ertuğrul Beyciğimin bu mahalledeki muadilleri. Türbanlı Ertuğrul Özkök’ler bile var.
Birçok okurun, “Ertuğrul Özkök”ün nesini yazıyorsun “ dediği kuvvetle muhtemeldir.
Elinor Fuchs, “Karakterin Ölümü”nde “Leave It to Is Dead” adlı oyunu eleştirirken, “Yeni dünyada insanların gerçek adlarından fazla kavramsal olduğu için vazgeçilmiştir…” der.
Sevgili okur, şuncağızı lütfen gözden kaçırma; yazdığım bir karakter değil, cibilliyettir.
İsterseniz, Eruğrul Beyciğim yerine AKP’li fırıldakları koyup öyle okuyun, hiçbir şey değişmez.