“Bu kadar Türkiye’yi nasıl kırk yıl içinde tutmuş, bilemiyorum. Yazarın bıraktığı bu büyük nefes; bir yanıyla taşranın mikro kimliklerinin harika bir dönemsel deşifrasyonu, ama diğer yandan merkezin makro arenasındaki düşünsel ve siyasal kimliklere direkt bir dokunuş olarak atmosfere yayılıyor.”
Bu sözler Mevlana İdris’e ait. Sonunda o büyük nefesi bırakan da Kâfirûn ve Sarı adını verdiği romanlarla edebiyat dünyasına “merhaba” diyen, aslında geri dönen Ahmet Tezcan.
Çoğumuz onu medya dünyasında yaptığı öncü çalışmalardan tanısak da Ahmet Tezcan önce Kırşehir, sonra Kırıkkale’de yani Anadolu’nun tam ortasında geçen ama aslında bize düpedüz 60’lı ve 70’li yılların Türkiye’sini en gerçek haliyle resmeden iki kitapla adından söz ettirdi son aylarda.
Sarı henüz çok yeni, adeta dumanı üstünde tüten, ekim ayı başında okurlarla buluşan bir roman. Ama Kâfirûn, iki Hikmet’in; yani Komünist Doktor Hikmet Kıvılcımlı ve Çerkes Hikmet Usta’nın kesişen hikâyeleriyle 60’lı yılların gündelik hayatından doğan bir dönem panoraması sundu. Üstelik bunu gerçekten tadı damaklarda kalan bir Orta Anadolu ağzının içinden geçirerek yaptı.
Kâfirûn bize zengin bir karakter varlığı sundu. Risale-i Nur’a ve Üstad’ı Bediüzzaman’a sadakatle bağlı Hikmet Usta ve ailesi, özellikle evin küçüğü, hayal dünyasından bakıp alkımın altından geçmeyi düşleyen sıracalı, sidikli Mahmut. Mahmut’un abisi, iki aylıkken geçirdiği menenjitten öldü zannedilen ama teneşirde canlanan eli çolak, ayağı topal Deli Memmed. Hikmet Kıvılcımlı ile Hikmet Usta’nın buluşmasına vesilen olan Münire Hanım. Kırşehirli acer gelin İsmet (İsmet demişken kitabın sadece Hikmetlerin değil bir yönüyle İsmetlerin de gıyabi buluşmasına vesile olduğunu söylemeden geçmeyelim; İsmet gelin ve İsmet İnönü), çetene çitlek satarak geçinen İsmet Paşa taraftarı Kel Tayır ve hasta Nenej, Kâfirûn’un renkli karakterlerden bazıları.
Tüm karakterler bozkırın ortasında sıradan hayatlarını sürdürürken 1960 İhtilali onların da üzerinden geçer. Önce darbe, sonra onun süreği olarak gelen idam cezaları Kırşehir halkının da ağzının tadını kaçırır. Hayat gailelerine “bir arada”lıkla çareler üreten komşuların arasına “yüze kapatılan bir kapı” gibi iner siyasetin ağır tokadı.
Ama asıl sokaklara inen kopuş, asıl mahalleler arasındaki yarılmalar daha sonra, 1970’lerde yaşanacaktır.
Muhtırayla Gelen İkinci Kırılma
Sarı, işte bu dönemde geçen bir hikâye anlatıyor okura. Kâfirûn’dan tanıdığımız Sarı Mahmut artık büyümüş, İmam Hatip Okulu talebesi olmuştur. Bu arada, aile de Kırşehir’den Kırıkkale’ye yerleşmiştir.
Kırıkkale Kaymakamı, 1971 yılının 19 Mayıs töreni esnasında İmam Hatip Lisesi’nin bayramını kutlamaz. Gerçi aynı şey geçen sene de olmuştur ama okul müdürü ve öğretmenler o zaman öğrencilerini avutacak bahaneler üretmeye çalışmışlardır. İkinci yıl da aynı durum tekrarlanınca iki yıl üst üste yok sayılmanın acısını derinden hisseden Sarı Mahmut ve arkadaşları, kaymakama bir ders vermek isterler. Ama bunun için önce biraz cesarete ihtiyaçları vardır. Okulun yemekhanesinden kaçırdıkları alüminyum bardaklarda ilk defa tadına baktıkları kalitesiz bir şarapta, kaymakamın evine molotof atacak cesareti bulmaya çalışırlar. Ne o kötü şarabı içmeyi becerebilirler ne de Molotof atmayı ama kaymakama öyle bir ders verirler ki…
Sarı’nın çerçeve hikâyesi Muhtıra sonrasının siyasi ve sosyal dokusundan oluşuyor. Romanda, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamla yargılanması, Mahir Çayan’ın eylemleri, Ülkücü ve Nizamcı gençler, siyasi kamplaşmalarla ayrılan mahalleler ve bütün bunların Anadolu insanının gözündeki yansımaları çok başarılı bir anlatımla bir araya geliyor.
Daha iç çeperdeyse hem Sarı ve yakın arkadaşları Bıldır Ekrem, Fırt Osman, Korkut Abi ve İmam Hatip’in solcu öğretmeni Kadir Hoca ile Anadolu’nun “kavruk” çocuklarının dertleri, hem de söndürülmeye çalışılsa da ateşinden hiçbir şey kaybetmeyen Anadolu tasavvufu samimi bir dille yansıtılıyor.
İlk kitaptan tanıyıp sevdiğimiz Çerkes Hikmet Usta ve Hikmet Kıvılcımlı ise bazen Risaleler bazen de Komünist Doktor’un yazdıklarıyla yaşananlara daha üst perdeden bakabilen bilgeliği aktarıyorlar. Sarı, tevhidi bilgiyi sadece Bediüzzaman üzerinden aktarmıyor aslında. Bu kitapta Kâfirûn’a nispeten biraz daha fazla tasavvuf var. Tasavvufun Anadolu’yu bir arada tutan maya olduğunu Ferâmûş Dede ve Salih Baba karakterlerini tanıdıktan sonra daha net bir biçimde anlıyoruz.
Kitabın sonunda darağacı yine doymuyor. Adeta Menderes ve arkadaşlarının intikamını alırcasına bu sefer “karşı taraf”tan gençlerin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına hükmediliyor; bunu zaten biliyoruz. Ama Sarı’nın bize bildirdiği Anadolu’nun yok sayılan o “kavruk” insanlarının canının bu gençler için de nasıl yandığı.
Özetle, Sarı bize “insanca” yaşamanın tadının başka hiçbir şeyde olmadığını hissettiriyor, bazen gözyaşı bazen de kahkahayla…