Bir kitap okudum, nevrim döndü
Takdir edersiniz ki, çıkan her kitabı okuyamıyorum… Zaten şu sıra Murakami’nin “1Q84”üyle boğuşuyorum ki, Allah düşmanımın başına vermesin; tamı tamına 1250 sayfa, oku oku bitmiyor.
Dolayısıyla, meslektaşlarımın “kitap” bütünü altında sunduğu saçmalamalarına vakit harcayamam.
Bu demek değil ki, yazılanlara ilgisiz kalacağım, o saçmalamalara gerekli cevabı vermeyeceğim.
Önce, Soner Yalçın’ın “Samizdat”ıyla ilgili bir çift söz söylemek istiyorum.
Farklı olarak, “Samizdat”ı noktasına virgülüne kadar okudum.
Hemen söyleyeyim: İyi düşünülmüş, iyi kotarılmış ve akıllıca kaleme alınmış bir kitap; üstelik “Ergenekon”meselelerine yabancı okuyucuyu etkileyecek, hatta “taraftar” haline getirecek bir kitap.
Müellifi cezaevinde olduğu için, detayına girmeyeceğim…
Fakat, Soner Yalçın kendini ne sanıyor?
Sokrat filan mı?
Meğer kendisine yapılanlar, vaktiyle Sokrat’a da yapılmış…
Elbette cezaevinde olmak üzücü…
Dileriz, adalet tecelli eder, atılı suçlardan aklanır ve özgürlüğüne kavuşur ama kendisini Sokrat’la ve tiranların gadrine uğramış filozoflarla özdeşleştirmesi de aynı oranda üzücü…
Hatta komik.
Kitabın bir yerinde şöyle diyor: “Suçum büyük: Düşünmek…”
Soner Yalçın’ın bugüne kadar ne düşündüğünü, hangi düşüncesinden dolayı içeri atıldığını bilmiyorum… Sokrat’la eş tutacağımız bir eylemini de hatırlamıyorum… “Kripto” bilgilerle gazetecilik yapmak, “köken ve aidiyet” araştırmak, köken ve aidiyetlerden yola çıkarak pornografik merakı gıdıklamak, muarızı bellediği gazetecilere (Sevilay Yükselir’denİsmail Küçükkaya’ya, Fehmi Koru’dan Reha Muhtar’a) bel altı vuruş yapmak “düşünmek”se, evet
Soner Yalçın iyi düşünüyor diyebiliriz.
Mesela, kankası bir zat, “İsmail’in anasını belledim” diyordu.
Gerçekten de iyi “düşünüyorlar…”
Peki, bütün bunlar içeride olmasını gerektiriyor mu? Ya da içeride olmasının nedeni bu faaliyetleri midir?
Bilemem.
Dediğim gibi, dileğim aklanıp bir an önce özgürlüğüne kavuşmasıdır.
Fakat, bu demek değil ki, Soner Yalçın’ın gazeteciliği problemsizdir.
Problemlidir…
Hem de dibine kadar problemlidir…
İsterseniz asıl konumuza, “problem potansiyeli” yüksek bir başka isme dönelim.
Hürriyet’in eski genel yayın yönetmeninden söz ediyorum.
Bir kitap yazmış…
Okumadım… Okuyacağımı da sanmıyorum…
Bir internet sitesi vasıtasıyla muttali oldum yazdıklarına.
Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye’de görmek istediği manzarayı, yani ütopyasını (kendi ifadesiyle “yedi büyük günahını”) yazmış.
Bakalım neler var “günahları” arasında…
Birincisi, Çanakkale’nin isminin “Troya” olarak değiştirilmesini, ikincisi nüfusumuzun yüzde 10’unun Hıristiyanlaşmasını istiyormuş…
Sırasıyla gidiyor:
Ege’de bir ayrılıkçı hareket çıksın, Efes özerkliğini ilan etsin, Ankara da buna “peki” desin… Fenerbahçe Ermenilere satılsın… Çankaya’da bir lezbiyen Cumhurbaşkanı otursun… Ayasofya Ortodoksların ibadetine açılsın…
Bunları, üstelik, “Türkiye Türklerindir” gazetesinin bir yazarı olarak istiyor.
İyi de birader, “farklı inanışlar” ve “azınlıklar” konusunda bu kadar radikal (ve devrimci) düşünüyorsun da, neden şu“Türkiye Türklerindir” lejandından rahatsızlık duymuyorsun?
Hadi bu lejandı değiştirmeye Aydın Doğan’ın da gücü yetmiyor diyelim…
Hrant Dink’le ilgili attığın manşetler neydi o zaman? “Etnik çürütme kampanyaları” neydi? Farklı inanç gruplarına yönelik provokatif haberler ve andıçlar neydi?
Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye’de ne görmek istersin bilmiyorum ama Türkiye’nin seni görmek istemediği kesin.
AHMET KEKEÇ/STAR