Türkiye Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur bugünkü yazısında okurlarını kısa bir tarihi gezintiye çıkararak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlarının Köşk’e çıkış “maceralarını” anlattı.
Oğur yazısında Başbakan Erdoğan liderliğindeki kadronun Türkiye’ye kazandırdıklarını sıralayarak süreci ‘sessiz devrim’ olarak nitelendirdi.
İşte Yıldıray Oğur’un 10 Ağustos’ta mutlu sonla biteceğine inandığı sessiz devrimi kaleme aldığı o yazısı:
İlk cumhurbaşkanı bir hükümet krizi sonunda seçildi. Muhalif liderlerin Ankara dışında olduğu bir akşam Atatürk önce Cumhuriyet’i ilan etti, sonra da 270 vekilden 158’inin oyunu alarak cumhurbaşkanı seçildi… 2’inci seçim daha sancılı oldu. Atatürk vefat ettiğinde İnönü ile arası açıktı. Atatürk’ün yakın çevresi İnönü’nün cumhurbaşkanlığına şiddetle karşıydı. Asker ilk o seçimde devreye girdi. Birinci Ordu Komutanı Fahrettin Altay ve generaller toplandı, İnönü seçilmeli diye muhtıra yayınladı, seçim günü de Meclis balkonuna gelip seçime göz kulak oldu.
1950’de Bayar’ın ilk sivil cumhurbaşkanı seçilmesi de kolay olmadı. DP’nin seçimleri kazanmasından sonra darbe hazırlığı içindeki ordunun üst yönetiminin tasfiye edilmesi gerekmişti.
En sancılı seçim 27 Mayıs darbesinden sonrakiydi. Seçimler yapılmış DP’nin devamı olan AP ve YTP Meclis’te CHP’den çok koltuk kazanmıştı. Darbenin tasfiye ettiği hukuk profesörü Ali Fuad Başgil aday olarak İsviçre’den getirildi. Ankara yolunda her istasyonda coşkuyla karşılandı Cemal Gürsel’in Çankaya hayalleri suya düşmek üzereyken Başgil, Başbakanlığa çağrıldı, iki general ona silahlarını gösterdi. Mezar yerinden bahsetti. Darbe olur yoksa dedi. Rengi benzi atmış olarak oradan çıktı, Ankara’yı terk etti. Seçim günü Meclis’i askerler sardı, kapılar kapatıldı, liderler göstere göstere Gürsel’e oy verdirildi.
66’da Gürsel komaya girdi. Demirel istediği kişiyi Çankaya’ya gönderecek çoğunluğa sahipken Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ı aday gösterdi ve böylece Çankaya’nın yolu Genelkurmay’dan geçer geleneğini başlattı.
Doğal olarak 73’te Genelkurmay Başkanı Faruk Gürler sıranın kendisine geldiğini düşünüyordu. Görevinden istifa edip, senatoya seçildi. Gazeteler, radyo günlük programlarını veriyordu. Eşiyle 40. evlilik yıldönümlerini bile Köşk’te kutlayacakları yazılmıştı. Seçim günü Meclis’in etrafını ve içini askerler doldurmuştu. Gürler’in adaylığına direnen Ecevit’e subaylar koridorlarda omuz atmış, vekillere tehdit telefonları gelmişti. Gürler’e direnen sivil siyaset 27 Mayıs’ın emekli ettiği Deniz Kuvvetleri Komutanı Fahri Korutürk’ü 15. Turda Köşk’e göndermeyi başardı.
1980’de Köşk seçimi için Meclis’te 115 tur yapıldı. Darbeden sonra Diyarbakır işkencehanesine gönderilecek ilk Kürt cumhurbaşkanı adayı Nurettin Yılmaz 80 oy aldı. Ajda Pekkan’a bile oy çıktı. 12 Eylül’ün gerekçelerinden biri de cumhurbaşkanının bile seçilememesiydi. 82 Anayasa referandumunda halkın önünde iki seçenek kondu: Milli Güvenlik Konseyi’nin Başkanı, her şeyin iki dudağı arasında olduğu Devlet Başkanı Kenan Evren ya da anayasanın kabulüyle Cumhurbaşkanı Kenan Evren. Yüzde 92 Evren’e ve onun darbe anayasasına değil, demokrasiye geçişe evet dedi.
89’da Özal ilk sivil ve dindar cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkarken muhalefet indireceğiz diye bağırmakta, adından “Çankaya’daki şişman” diye bahsetmekteydi. Askeri şortla denetleyen, Öcalan’la temas kurup Kürt sorununu çözmeye çalışan, Çankaya’da Cuma namazı kılıp, iftar veren ilk sivil ve dindar cumhurbaşkanının ömrü uzun olmadı.
93’te vefat edince yerine Demirel geçti. Sorunsuz bir seçimle. Sonra içinden bir emekli orgeneral çıkıverdi. Çankaya’dan 28 Şubat’ın orkestra şefliğini yaptı. 1000 yıl sürecek denen askerî darbe Erbakan’ı Başbakanlık’tan indirdi Merve Kavakçı’yı Meclis’ten, başörtülü kızları üniversiteden attırdı, Erdoğan’ı belediye başkanlığından hapse gönderdi.
24 Eylül 1998 günkü Hürriyet, o unutulmaz “Tayyip’in bitişi” başlığıyla çıktı: “Erdoğan’ın siyasi yaşamı, bu kararla bitmiş oldu. Siyasetten yasaklı hale gelen Erdoğan, bir daha hiçbir partiye üye olamayacak. Milletvekili, belediye başkanı, muhtar bile seçilemeyecek.”
2000’de Demirel’in beş yıl daha Çankaya’da oturma hayalleri Meclis’teki oylamadan şok bir hayırla suya düştü. Ecevit, bir gece yarısı Çiller’i aradı, sonra sabaha karşı bir daha. Aklına birden bir isim gelmişti: Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer. Çiller “İyi saatte olsunlar mı yine devrede” diye sordu. Ecevit’in cevabı manidardı: “Kim bilir, belki de rüyamda görüşümdür.” Yaptığı “liberal” bir konuşma yüzünden Fazilet Partisi’nin de desteğiyle Devlet Mahallesi’nden Çankaya’ya çıktı Sezer. Saat 5 oldu mu Köşk’ün internetini kapattı, askerî törenler dışında pek ortalıkta gözükmedi, halka bir yeşil ışıkta beklerken yakın durdur. “Laik olamayan adam olamaz” derkenki sesini bile hatırlayan yok. Darbe günlüklerinde askerlerle darbe muhabbetleri, eşi başörtülü diye atamadığı bürokratları ise herkes hatırlıyor.
Ve 2007. Danıştay basıldı, Hrant Dink öldürüldü. Bir Çankaya seçimi öncesi ülke yine karıştı. Ülke TSK’sından, muhalefetine, DİSK’inden, Cumhuriyet’ine Erdoğan’ın adaylığına karşı büyük bir kampanya başlatıldı. Sonra Cumhuriyet mitingleriyle laikler meydanlara indi. Sol entelektüeller başörtülü diye bir kadının eşiyle Köşk’e çıkmasına karşı meydanları dolduranları “Kadınlar korkuyorlar, onları anlamalıyız” diye destekledi. Erdoğan için “Fetihçi zihniyet, uzlaşmazlık, kutuplaşma” lafları ilk o zaman piyasaya çıktı. Erdoğan adaylıktan feragat edip , kardeşim dediği Abdullah Gül’ü aday göstermesi de onları yatıştırmadı… Ordu muhtıra yayınladı, Anayasa Mahkemesi 367 kararını çıkardı. Ve Gordion düğümünü yine seçim çözdü..
Sonrası malum. Bir nevi sessiz devrim.
Erdoğan, önce askeri kışlaya geri gönderdi, AB sürecini hızlandırdı, milli geliri üç katına çıkardı, enflasyonu tek haneye düşürdü, 30 yıllık savaşı bitirip, 100 yıllık Kürt sorununun çözümü için düğmeye bastı, dış politikada “Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın” siyasetine son verip, ABD’ye bakmadan darbeye darbe, katliama katliam dedi. Dersim için özür diledi, azınlıkların mallarını iade etti. Rejimin andımızı, resmi törenlerini kaldırıp, başörtülülere aparthaid rejimini bitirdi. 1915 için taziye yayınladı… En son dindarları oyunu alan bir parti olmasına rağmen devlet içinde paralel devlet kurmuş bir dinî cemaatle mücadele etmeye cesaret etti, laikliği de kurtardı…
Bütün bunları yaparken üç darbe girişimi, suikast girişimleri atlattı, partisi kapatılmaya çalışıldı, Müsteşarı, çocukları ve tabii kendisi tutuklanmaya, ofisi, evi basılmaya çalışıldı. 24 saat telefonlarının ofisinin dinlendiği ortaya çıktı. Torunlarının bebek telsizi konuşmaları dışında bütün ailenin konuşmaları internete düştü. Batı’da kontrol edilemez bulunup ipi çekildi. Kaçtı kaçacak, helikoptere bindi, Malezya’dan sığınma aldı, işi bitti derken yargı darbelerinden, ayaklanmalardan, ülkeyi seçimlere götürüp her iki kişiden birinin oyunu alıp meşruiyetini pekiştirdi, ayakta kalmayı başardı…
Evet Erdoğan, işine bisikletle gidip gelen bir Danimarka Başbakanı değildi. Evet, titrleri yoktu, iyi bir entelektüel de sayılmazdı. Dil de bilmiyordu. Hoşgörü abidesi de değildi. Ama Türkiye’nin 100 yıllık parantezini kapatacak doğru kişi tam olarak oydu.
Her devrimin olduğu gibi zaferleri, kazanımları ve tahribatlarıyla gerçekleşen bu sessiz devrimin lideri o oldu. Erdoğan bir siyasi partinin, bir fikrin liderinden çok, bir toplumsal sınıfın, 150 yıldır ötekileştirileni aşağılanan, mağdur edilen dindarların kamusal alanda, siyasetteki gür sesi, sağlam iradeli temsilcisi, put kırıcısı oldu. Onlar adına bir tank gibi bataklığa girip yolu açtı. İstanbul’dan sonra Türkiye’nin de en temel fiziki, ekonomik ve politik altyapı sorunlarını çözdü. Siyaset zeminini siyasete müsait hale getirdi, ölümleri bitirdi, mahalleyi kabadayılardan temizledi.
Söyleyin şimdi; bu bir film olsaydı baş karakteri kim olurdu? O baş karakter ne yaparsa katarsis duygusu salonu kaplardı?.. Hakkaniyet, adalet neyi gerektirirdi?
Biz mutlu sonları seven bir milletiz.
10 Ağustos’ta bu film o yüzden mutlu sonla bitecek…